18 Ocak 2018 Perşembe

ŞİA Şiîlik الشيعة

https://twitter.com/kanaryamfenerli _/\/\____________/\/\_____________ KANARYAM █▓▒░▒▓█ FENERLİ ¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯ Şiîlik veya Şiâ, (Arapça: الشيعة, Farsça: شیعه) İslâm dini mezheplerinden birisidir. Şiî İslâm ya da Şiî Mezhebi olarak adlandırıldığı da olur. Mensuplarına Şiî veya çoğul olarak Şiâ denir. Şiîlik sözcüğü, yanlışlıkla Câferîlik ile eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir, hâlbuki Şiîlik veya Şiâ hilâfet veya imamet sorununda tarihsel olarak "Ali'ye yandaş olan kimseler" anlamına gelmektedir.[1] Başlangıç dönemindeki bu ayrılık daha sonraki devirlerde kendi kavramsal-teolojik alt yapısını oluşturarak mezhepleşmiştir. Etimoloji "Şia" terimi "takipçiler" veya "izdeşler" anlamına gelen Arapça شيعة kelimesinden gelmektedir. Tarihteki kullanım "Şiât-u Ali" yani "Ali'nin takipçileri" anlamına gelen شيعة علي ifadesinin kısaltılmış formudur. Sünni kaynaklar bu terimin Muhammed'in ölümünü takip eden yıllarda kullanılmağa başlandığına, Şiiler ise daha önce de kullanıldığına inanırlar. Şiî İslam inancında Ali'nin çok özel bir yeri vardır. Şiî amentüsünde bulunan imamet anlayışına göre Muhammed bin Abdullah vefat ettiğinde yerine imâm/halife olması gereken kişi Ali'dir ve imamet Ali'nin soyundan devam eder. Kolları Şiîlik akımı değişik fikirler barındırmaktadır. Ortak noktaları, İslam Dîni Peygamberi Muhammed'in ölümü sonrasında imamet veya halifelik makamının Ali ile başlamak üzere O’nun soyundan gelen insanlara ait olduğunu kabul etmektir. Şiîliğin dalları. Şiîler arasında, İmamet hakkında farklı görüşler vardır ve bu yüzden Şiîlik genel olarak üç kategoriye ayrılmaktadır; Zeydîler (Beşçiler) Zeydîlik Zeydîler, Muhammed'den sonra İmamların sıralamasının şu şekilde olduğuna inanırlar: Ali, Hasan, Hüseyin, Ali bin Hüseyin (Zeyn el Âb-ı Dîn), Zeyd bin Ali. Daylam ve Taberistan bölgesinde 864 yılından 928 yılına kadar hüküm süren Alavîler adındaki devlet, tarihte kurulmuş olan ilk Zeydî devletidir. Tarihte değişik Zeydî inançları ortaya çıkmıştır. Günümüzde Zeydîler en yoğun olarak Yemen'de yaşamaktadırlar. İsmailîler (Yediciler) İsmailîlik İsmaililere göre, İmâmet sıralaması şöyledir: Ali, Hüseyin, Ali bin Hüseyin (Zeyn el Âbidîn), Muhammed el-Bakır, Câfer, İsmail bin Câfer. İsmaililerin imamet konusunda değişik inanca sahip farklı kolları ve inanç grupları vardır. Kimilerinde İsmail'in son İmam olduğuna inanılırken, başka İsmâilî grupları, İmamlığın İsmail'in soyundan gelen kişiler ile günümüze kadar devam ettiğine inanırlar. Tarihte Fâtımîler İsmâilî devletidir. İsmaililer, Safevîler dönemine kadar, dünya Şiîliğin çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Günümüzde İsmailîler özellikle Hindistan, Pakistan, İran, Afganistan, Tacikistan coğrafyalarında ve Suriye'de yaşamaktadırlar. İsnaaşeriyyeciler (On ikiciler) ve On iki imam İsnaaşeriyye, Safevîler, Kızılbaşlar, Nadir Şah, ve Câferîlik On ikicilere göre İmâmet sıralaması şöyledir: Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed Taki, Ali el Naki, Hasan el-Askerî, Muhammed (Mehdî). On ikiciler, Safevîler döneminden beri Şiîler arasında çoğunluktadırlar. On ikici olan birçok inanç bulunmaktadır. Bunların en yaygını Câferîlik mezhebidir. Bunun dışında Nusayrîlik, Anadolu Aleviliği, Bektaşîlik, Ehl-i Hak, Malang, Nurbakşî tarikatı vs. gibi inanışlar da On ikicidir. Ama Câferîler, Câferîlik mezhebinden başka hiçbir mezhebin Şiî olduğunu kabul etmez. Diğer on ikici inanışların İslam dışı olduğuna inanır. Şiî mezhebi olan Zeydî Mezhebini Müslüman saymakla beraber "hak" bir mezhep olmadığına inanır.[kaynak belirtilmeli] Oturanlar: Hasan, Ali ve Hüseyin, sağı ve solunda ayakta kalan ise Kerbela Hadisesi'nde ölen Abbas bin Ali (Kaçar dönemi hat sanatı eseri, 19. yüzyıl) On İki İmam On İki İmam Ali bin Ebu Talib (600–661), "Emir ül-Mü'minin" olarak da bilinir Hasan bin Ali (625–669), Hasan al Mücteba olarak da bilinir. Hüseyin bin Ali (626–680), Husayn al Şehid, Şah Hüseyin veya Husayn al Şaheda olarak da bilinir. Ali bin Hüseyin (658–713), Ali Zeynel Âbidin olarak da bilinir. Muhammed bin Ali (676–743), Muhammed el-Bakır olarak da bilinir. Cafer bin Muhammed (703–765), Cafer-i Sadık olarak da bilinir. Musa bin Cafer (745–799), Musa el-Kâzım olarak da bilinir. Ali bin Musa (765–818), Ali er-Rıza olarak da bilinir. Muhammed bin Ali (810–835), Muhammad el-Cevad veya Taki olarak da bilinir. Ali bin Muhammed (827–868), Ali Naki veya El-Hâdî olarak da bilinir. Hasan bin Ali (846–874), Hasan el-Askeri olarak ta bilinir. Muhammed ibn Hasan (868—), Muhammed Mehdi olarak da bilinir. Şiî inancına göre halen kayıptır (Gaiba) ve kıyamet yakılaşınca ortaya çıkacaktır. Dinî Düşüncenin Anlamı Nasıl ki matematik alanında herhangi bir görüşü sonuçlayan, yahut bir matematiksel meseleyi halleden düşünceye matematiksel düşünce deniliyorsa, her dinin talimatında olan dinî bir meseleyi çözüp, sonuca ulaştıran araştırma ve düşünceye de dinî düşünce denilir. 2- İslâm"da Dinî Düşüncenin Temel Kaynağı Dinî düşünce de, diğer düşünceler gibi öğelerinin ortaya çıktığı ve dayandığı bir kaynak ister kendine. Nitekim matematiksel bir meselenin çözümü için, matematik ilmine mahsus bir takım bilgilerden yararlanmak gerekir. Semavi İslâm dininin de (vahye dayandığı için) bir tek kaynağı, Kur"ân-ı Kerim"dir. Peygamber-i Ekrem"in süresiz ve umumi nübüvvetine kat"i ve kesin delil, Kur"ân-ı Kerim"dir. Onun ihtiva ettiği şeyler, İslâmî davettir. İleride değineceğimiz gibi, Kur"ân-ı Kerim"in tek kaynak oluşu, diğer sahih düşünce kaynaklarını ve delilleri itibarsız kılmaz. 3- Kur"ân"ın Dinî Düşünce İçin Gösterdiği Metotlar Kur"ân-ı Kerim, talimatında İslâm öğretilerini ve dinî maksatları düşünmek ve onlara varmak için izleyicilerine üç yol tanıtmıştır. Ve bunlar da, dinî zahirler, aklî delil ve ihlas ile kulluk ederek kazanılan manevî idraktir. Açıklama: Bizler Kur"ân-ı Kerim"in açıklamalarında Allah"ın (c.c) bütün halka hitap ederken, bazen sözüne delik getirmeden (Allah"lık ve hükümdarlığına dayanarak) tevhid, nübüvvet ve mead gibi itikadi konular ve namaz, oruç vb. ameli hükümler hakkında verdiği emirleri ve bir takım işlerden nehiylerini kabullenmemizi istemektedir. Eğer bu sözlü açıklamayı delil ve geçerli kılmasaydı, hiç bir surette halktan kabullenme ve itaat etme talebinde bu-lunmazdı. Öyleyse Kur"ân"ın böyle sade beyanatının, İslâmî maarifi düşünmede izlenilen bir yol olduğunu söylemek gerekir. Biz "Allah"a iman edin" ve "namazı ayakta tutun" gibi sözlü açıklamalara "dinî zahirler" adını veriyoruz. Diğer taraftan, Kur"ân"ın bir çok ayetlerde aklî delile kılavuzluk yaptığını, kainatta ve kendi nefislerinde olan ayetler ve deliller hakkında derin tefekküre davet ettiğini, kendisinin de hakikatleri ispatlamada serbest aklî kanıtlamadan yararlandığını apaçık görüyoruz. Gerçekten semavi kitaplardan hiç birisi Kur"ân-ı Kerim gibi kanıtlı marifeti ve ilmi insana hak tanımamıştır. Kur"ân-ı Kerim bu gibi açıklamalarıyla serbest burhanın, istidlalın ve aklî hüccetin geçerliliğini kesinleşmiş biliyor. Ayrı bir deyişle şöyle söyleyebiliriz; Kur"ân-ı Kerim, ilk önce İslâmî öğretilerin hak olduğunu kabul edin daha sonra aklî delillerle öğretileri elde ediniz diye buyurmamıştır. Aksine, kendisinin gerçek olduğuna tam manasıyla da-yanarak şöyle buyuruyor: Aklî delil sonucu, maarifi elde edip sonra kabullenin. İslâmî davetten işittiklerinizi, duyduklarınızı sadık şahit olan varlık dünyasının yaratılışından araştırıp tasdik edin. Kısaca, ilk önce iman edip de sonra ona uygun olanı delil getirmeyin. İmanı ve tasdiki, delil sonucunda elde ediniz. Böylece felsefî düşüncenin bu konuda izlenilen yeterli bir yol olduğunu, Kur"ân-ı Kerim onaylamıştır. Diğer bir taraftan da görüyoruz ki, Kur"ân-ı Kerim çekici açıklamalarıyla, hakiki maarifin, gerçek ilâhî marifetten ve tevhidden sonuçlandığını ve Allah"ı iyice tanımanın, ancak halk arasından kendisi için topladığı seçkin insanlara ait olduğunu aydınlatmıştır. Onlar halktan kopmuş ve her şeyi unutan kimselerdir. İhlas ve kulluk eserinde güçlerinin bütününü ulvi aleme yöneltmişler. Gözlerini Allah"ın nuruyla aydınlatmışlar. Bütün eşyaların hakikatini, yeryüzü ve gökyüzündeki kudret ve saltanatı görmüşlerdir. Çünkü bunlar kulluk ve ihlasla yakin merhalesine ermişler ve bu yakin sonucunda, gökte ve yeryüzündeki kudret ve saltanatı, tasarruf ve hikmeti, ahiretin ebedi yaşamı onlara keşf olunmuştur. Aşağıdaki ayet-i kerimelere dikkat edilirse iddiamız açıkça aydınlanmış olacak: 1- Enbiya Suresi, 25. ayet: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka Tanrı yoktur, öyleyse bana kulluk edin!" diye vahyetmiş olmayalım." Bu ayet-i kerimeden kulluk etmenin bütün dinlerde tevhide bağlı ve onun üzerine kurulu olduğu anlaşılıyor. 2- Saffat Suresi, 159-160. ayetler: "Allah, onların nitelendirdiklerinden (münezzehtir) yücedir. Ancak Allah"ın temiz ve ihlaslı kulları hariç." Nitelendirmek, düşünce üzerine kurulu ve onun fer"idir. Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre ancak ihlaslı ve temiz kılınan kullar müstesna diğerleri Allah"ı iyice ve gerektiği gibi tanımamışlardır ve Allah diğerlerinin vasıflandırmalarından yüce ve münezzehtir. 3- Kehf Suresi, 110. ayet: "De ki: "Ben de sizin gibi bir beşerim; yalnızca bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." Ayet-i kerimeden anlaşılan şudur ki, Allah"la buluşmak için tevhid ve iyi işlerde bulunmaktan başka yol yoktur. 4- Hicr Suresi, 99. ayet: "Ve Rabbine kulluk et ki sana yâkin gelsin (kesin bilgiye eresin)!" Bu ayetten, hakiki ve gerçek kulluğun neticede insanı yakine ulaştıracağı anlaşılıyor. 5- En"am Suresi, 75. ayet: "Böylece biz İbrahim"e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun." Ayete göre yakinin gerektirdiği şeylerden biri de; göklerdeki ve yeryüzündeki kudret ve saltanatı, tasarruf ve hikmeti müşahede etmektir. 6- Muttaffifin Suresi, 19-21. ayet: "Hayır, iyilerin yazısı İlliyyindedir. İlliyyinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Allah"a yaklaştırılmış olanlar, ona şahit olurlar." Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, iyi kişilerin yazıları illiyyin (çok yüce) adlı bir kitaptadır. Onu ancak Allah"a yak-laştırılanlar görürler. Bunu da söyleyelim ki, "yeşhedu=ona şahit olurlar" kelimesinden bunun yazılı kitap olmadığı belki "kurb=yakın olma ve yüce alem" olduğu anlaşılıyor. 7- Tekasür Suresi, 5-6. ayetler: "Hayır, (gerçeği) kesin bilgi ile bilseydiniz; mutlaka cehennemi görürdünüz." Ayetten, ilm-i yakini olan kimselerin, katı kalpli şahısların sonu olan cehennemi müşahede edeceği anlaşılıyor. Buraya kadar ki açıklamalarımızdan şu husus aydınlığa kavuştu ki: İlâhî maarifi idrak etme yollarından biri, insanın nefsini tezkiye etmesi ve Allah"a kulluk etmede ihlaslı olmasıdır. EMEL İNANÇLAR İslam tarihi boyunca Müslümanlar arasında farklılıklar olmasına rağmen, birçok inançsal ve fıkhî konularda aynı görüşü savunmuşlardır. Kurân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a.a) yüce kişiliği ve Müslümanların da bunlara samimice sevgi ve muhabbet beslemeleri, ortak kültür ve hedefler doğrultusunda birlik olmalarına sebep olmuştur. İslamı yok etmek isteyenlerin düşmanlıkları ve onlar karşısında yaşanan sorunlar ve ortak çözüm bulma çabaları, Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik duygusunun güçlenmesine sebep olmuştur. Kurân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a.a) Müslümanları birlik ve beraberliğe davet etmesi çeşitli İslami mezheplerin büyük şahsiyetleri tarafından sürekli vurgulanmıştır. İnanç alanında bütün Müslümanlar Allah"ın (c.c.) varlığına ve birliğine, Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberlere özellikle Hz. Muhammed"in (s.a.a) insanlar için gönderilmiş son ilahî peygamber olduğuna, ölümden sonraki hayata ve kıyamet gününde herkese, yaptığı ameller karşısında adilce davranılacağına inanmaktadırlar. Bütün Müslümanların inanması gerektiği bu akideler, İslamın en temel konularıdır. Dışarıdan bir gözlemci düşüncelerine dayanarak Şiî ve Sünnî Müslümanlar arasında ki birlik ve beraberliğin ölçüsünü şu şekilde açıklayabiliriz: Son zamanlarda Müslümanlar, Şiaların da Ehl-i Sünnet gibi İslamın temel inançlarına dayandıklarını öğrendiler. Yani Şiîler de Ehl-i Sünnet gibi Allah"ın (c.c.) birliğine, aynı Kurâna, aynı Peygamber"e (Hz. Muhammed"e) (s.a.a), kıyamet gününe ve ondan sonrasına, namaz, oruç, hac, zekat ve cihat gibi dinin temel ibadetlerine inanmaktadırlar. Bu ortak noktalar ihtilaflı konulardan daha önemlidir. Şiî ve Sünnî"nin bir cemaat namazında beraber aynı safta namaz kılmalarının her iki tarafın görüşüne göre hiçbir sakıncası yoktur. Ama uygulamada geçmişte bazı sorunlarla karşılaşılmış ve şimdi de karşılaşılmaktadırlar. Şimdi ise usul-u din (dinin temel inançları) ve Ehl-i Sünnet"te olmayan, Şia"nın bazı özel inançlarını sırasıyla inceleyeceğiz: USUL-U DİN 1- Tevhid La İlahe illallah ve Muhammedur-Resulüllah (Allah"tan başka hiçbir ilah yoktur ve Muhammed Allah"ın Resulüdür.) cümlesi İslam"a girmenin ilk şartıdır. Bu iki şahadeti getiren herkes Müslüman olur. Bütün Müslümanlar Allah"ın (c.c.) bir olduğuna, ortağının, eşinin, benzerinin ve çocuğunun olmadığına inanmaktadırlar. Allah (c.c.) her şeyin başlangıcıdır. Allah (c.c.) her şeyi bilmekte, her şeye gücü yetmekte ve her yerdedir. Kurân-ı Kerim"e göre Allah (c.c.) insana şah damarından daha yakındır. Hiçbir göz Onu göremez ve hiçbir akıl Onun varlığının hakikatini derk edemez. İmam Ali (a.s) dualarından birinde Allah"a (c.c.) şöyle sesleniyor: Allah"ım, ben senden rahman ve rahim isimlerini vasıta kılarak istekte bulunuyorum. Ey azamet ve büyüklük sahibi! Ey hiç kimseye muhtaç olmayan! Ey ezeli ve ebedi, senden başka hiçbir ilah yoktur. 2- Adalet Şiîler Allah"ın (c.c.) sıfatları içerisinden tevhit sıfatından sonra adalet sıfatını çok önemsemektedirler. Elbette, bütün Müslümanlar Allah"ın adil olduğuna inanmaktadırlar. Yani Allah (c.c.) hiçbir kuluna haksızlık ve zulüm etmez. Bu hakikat Kurân-ı Kerim"de açıkça beyan edilmiştir: Allah kullarına, zulmetmez. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Şüphe yok ki Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. Şüphe yok ki Allah insanlara zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler. Yukarıda açıklanan delile ve adaletin çok mühim önemine ilave olarak Şiîlerin Allah"ın (c.c.) adaleti üzerinde durmalarının başka bir delili de şudur: Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerine göre iyi ahlak ve kötü ahlak için direkt olarak belli bir ölçü yoktur. Onlara göre Allahın yaptığı ve emrettiği her şey iyi ve adil sayılmaktadır. Bu söz şunu gerektirmektedir; eğer Allah bizden yalan söylememizi isterse, yalan söylemek iyi bir şey olacak ve eğer dindar ve takvalı insanları cehenneme gönderirse onlara adilce davranmış olacaktır. Elbette onlar Allahın doğru konuşmayı emrettiğine ve iyi insanları da cehenneme göndermeyeceğine inanmaktadırlar. Ama buna sadece Allahın (c.c.) böyle karar almasından dolayı inanmaktadırlar. Ehl-i Sünnet âlimlerinden olan bu gruba Eşarî denilmektedir. Bunlar aynı şekilde insanların kendi yaptıkları fiillerinde dahi, özgür olmadıklarına inanmaktadırlar. Yani; Allah (c.c.) insanların fiillerini yaratmaktadır ve onların bu fiillerin yaratılmasında hiçbir irade ve rolleri yoktur. Şia ve Ehl-i Sünnet"in Mutezile âlimleri iyilik ve kötülük, dürüstlük ve hilekâr gibi ahlakî sıfatların belirli aklî ölçülerinin olduğuna inanmaktadırlar. Yani onlar hüsn (iyilik) ve kubh (kötülük) zâtî, adalet ve zulmün de gerçekten birbirleriyle tam olarak farklı olduğuna ve Allahın adil olmamızı, hatta düşmana dahi zulmetmememizi, bizden boş yere istemediğine inanmaktadırlar. Onlar aynı şekilde, insanların kendi fiillerinde özgür ve yaptıkları ameller karşısında da sorumlu olduklarına inanmaktadırlar. Elbette Mutezile Tefvize yani Allah"ın insanların fiillerine olan hakimiyetini tamamen onların kendilerine bıraktığına ve böylece de onların kamil bir iradeye sahip olduklarına inanmaktadırlar. Ama Şiîler insanların irade sahibi olduklarına inanmakla beraber, onlarda ki bu irade ve kudretin sınırlı olduğuna ve fiillerinin Allah"ın iktidar ve hakimiyetinin dışında olmadığına da inanmaktadırlar. Şia"nın bu inancı imam Cafer-i Sadık"ın (a.s) sözünde şöyle beyan edilmiştir: Ne cebirdir (zorlama yoktur) ne de tefviz (tamamen başıboş bırakmak) bilakis bu ikisinin arasında bir şeydir. Şiîler sürekli bütün önemli düzenler için ilahî adaletin gerekliliğini vurgulamışlar ve onu bütün Müslümanların hatta bütün semavî dinlerin kabul ettiği tevhit, nübüvvet ve meâd inançlarının yanında usul-u din olarak zikretmişlerdir. Şia ilahî adalete sadece inançsal açıdan bakmakla yetinmeyip, bunun yanı sıra adalet konusunu İslam dininin temel metotlarından saymakta ve toplum içerisinde de mutlaka uygulamaya geçmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden İslam tarihi boyunca adalet için yapılan birçok hareket Şiîler tarafından gerçekleştirilmiştir. 3- Nübüvvet Allah (c.c.) insanları hikmet ve hedef üzerine yaratmıştır. (Zariyat, 56) Allah insanlara, kemal ve saadete doğru giden yolu kendilerinin seçmesi için akıl ve irade vermiştir. Allah (c.c.) aynı zamanda insan aklını gönderdiği vahiyler yoluyla da tamamlamıştır. Allah (c.c.) adalet ve hikmetinden dolayı hiçbir topluluğu peygambersiz bırakmamış ve her birine onları eğitip hidayet edecek peygamber veya peygamberler göndermiştir. (Rum. 47, Nahl.36) İlk peygamber Hz. Adem (a.s) ve son peygamber de Hz. Muhammed"dir. Kurân-ı Kerim yirmi beş tane peygamberin ismini zikretmiştir. Ayrıca sayılarının bundan daha çok olduğunu da beyan etmiştir. (Mümin. 78) Müslümanlar hadislere dayanarak Allah tarafından yüz yirmi dört bin peygamber gönderildiğine inanmaktadırlar. Kurânda isimleri geçen peygamberleri şu şekilde sıralayabiliriz: Adem, Nuh, İsmail, İshak, Lut, Yakup, Yusuf, Eyüp, Mûsa, Harun, Hızır, Davut, Süleyman, Musa, Zekeriya, Yahya, İsa ve Hz. Muhammed (s.a.a) Peygamberler içinden şeriat ve genel risalet sahibi beş tane peygamber vardır. Bunlar; Nuh, İbrahim, Mûsa, İsa ve Hz. Muhammed"dir. Bu beş peygambere Ulul-Azm Peygamberler denmektedir. Kurân"a ilave olarak dört ayrı semavî kitap Kurân-ı Kerim"de şöyle zikredilmiştir: İbrahim"in (a.s) sahifesi, (el-Âlâ. 19), Davut"un (a.s) Zebur"u (İsrâ. 55), Musa"nın (a.s) Tevrat"ı (Bakara. 87, Âl-i İmran.3-4) ve İsa"nın (a.s) İncil"i (Maide. 46) Müslümanım diyen herkesin bütün semavî kitaplara ve bütün peygamberlere inanması gerekmektedir. (Bakara.4-285, Nisa. 152) ileride değineceğimiz gibi Şiîler peygamberlerin masum (günahsız) olduklarına inanmaktadırlar. Onlar da diğer Müslümanlar gibi İslam peygamberi Hz. Muhammed"in (s.a.a) risaletinin kıyamet gününe kadar kalıcı olduğuna inanmaktadırlar. Şiaya göre Hz. Muhammed (s.a.a) Allah"ı (c.c.) en iyi tanıyan, O"na en güzel bir şekilde tevekkül eden, O"nun isteklerine ihlaslı bir şekilde itaat eden ve bütün insanlara karşı merhametli ve şefkatli olan en kamil ve güzel örnektir. Hz. Muhammed (s.a.a) son ve en kâmil olan ilahî dini insanlara ulaştırması için Allah (c.c.) tarafından şansa, gelişi güzel seçilmemiştir. Bir insanın Allah ile muhatap olması ve ondan vahiy alabilmesi için birçok yönden liyakat ve kapasiteye ihtiyacı vardır ve doğal olarak da vahyin en güzel en kâmil bir şekilde alınabilmesi için yeterli kapasite ve liyakatin olması gerekmektedir. Peygamberimiz"in (s.a.a) şahsiyeti, ahlakı, tabiatı ve davranışlarının, İslamın ilerlemesinde çok büyük bir rolü olmuştur. Peygamber (s.a.a) küçüklüğünden beri Emin sıfatıyla tanınmakta idi. Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberliği boyunca İslamın temelleri ve değerlerine göre hayatını sürdürmüş, zor ve kolay, emniyet ve korku, barış ve savaş, başarı ve yenilgi günlerinde de her zaman mütevazı, adil, vakarlı ve ağır başlı olmuştur. Peygamber (s.a.a) o kadar mütevazı ve alçak gönüllü idi ki hiçbir zaman kendisini beğendiği, övdüğü ve başkalarından üstün gördüğü duyulmamış ve hiçbir zaman şatafatlı, gösterişli ve lüks hayatı istememiştir. Ne yalnızlık ve zayıf zamanlarında, nede Arabistan yarımadasına hakim olduğu ve bütün Müslümanların onu kalpten sevdiği bir zamanda, hatta abdest için kullandığı suyun damlalarını teberrük için aldıkları zaman dahi, yaşantısında hiçbir değişiklilik yapmamıştır. Onun yaşantısı, halkın içinde özellikle fakirlerin yanında geçmiş, hükümet sarayı ve korumaları olmamıştır. Ashabı ile beraber oturduğu zaman, yeni gelen birisi onu oturduğu yerden, oturuş şeklinden ve giyiminden peygamber olduğunu anlayamazdı. Peygamber-i Ekrem"in (s.a.a) sadece konuşmaları ve maneviyatı onu başkalarından ayrı kılıyordu. Peygamber (s.a.a) o kadar adaletliydi ki hiçbir zaman düşmanı dahi olsa, birisinin hakkına zulmedilmesini reva görmezdi. O Kurâ-ı Kerim"in şu temel ilkesini hayatına esas olarak almıştı: Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah"a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir. Peygamber (s.a.a) her savaştan önce, askerlerine kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve teslim olanlara saldırmamalarını, bağlara, bahçelere ve tarlalara zarar vermemelerini, savaş meydanından kaçanları takip etmemelerini ve esirlere iyi davranmalarını emrederdi. Peygamber (s.a.a) vefatından kısa bir süre önce, bir gün mescitte halka; üzerinde hakkı olan veya zulmettiği kimse varsa öne çıkıp hakkını istemesini söyledi. Müslümanlar Peygamberin (s.a.a) bu isteğinden etkilenerek gözyaşlarına hakim olamadılar. Onlar Peygamberin (s.a.a) hiçbir zaman kendi isteklerini diğer insanların isteklerinden önde tutmayacağı ve kendi rahatlık ve emniyetini onlarınkine tercih etmeyeceğini çok iyi bilmekteydiler. Bundan dolayı mescitte bulunan Müslümanlar teşekkür ve minnettarlık duygularını Peygamber"e (s.a.a) iletmeye başladılar. Ama o sırada orada bulunanlardan birisi ayağa kalkarak Peygamber"in (s.a.a) üzerinde hakkı olduğunu iddia etti. Onun anlattıklarına göre savaşlardan birinde Peygamber (s.a.a) Müslüman askerlerin sıralarını düzene sokarken, elinde ki sopa o şahsın karnına çarpmıştı. Peygamber (s.a.a) hemen yakınlarından birine evine giderek o sopayı getirmesini buyurdu ve sopayı o şahsa vererek kısas uygulamasını istedi. O şahıs sopanın çıplak karnına çarptığını ve bu yüzden kendisinin de aynı şekilde vurmak istediğini söyledi. Peygamber (s.a.a), o şahsın kısas uygulayabilmesi için gömleğini biraz yukarı doğru çekti. Müslümanlar sinirli ve şaşkın bir halde bu sarsıcı sahneyi izlemekteydiler ki birden o şahıs eğilerek Peygamber"in (s.a.a) bedenini öptü. İlginç olan o ki bütün söylenen sözler sadece Peygamberin (s.a.a) bedenini öpebilmek içindi. 4- İmamet Bundan önce de açıklandığı gibi Şia, Peygamberimiz"in (s.a.a) getirmiş olduğu dinin kıyamet gününe kadar korunabilmesi için, imamet konusunun gerekliliğine inanmaktadır. Arapça"da imam kelimesi önder ve yol gösterici anlamına gelmektedir. Bu sözlük anlamına göre imam kelimesi iyi ve kötü önderlerin her ikisi için de kullanılabilir. Aynı şekilde imamın önderlik sınırı bir millet veya bir ülkenin liderliği gibi çok geniş olabileceği gibi bir mescitte cemaat imamı gibi çok dar bir manada da kullanılabilir. Ama Şiî inancında imam kelimesinin özel bir anlamı vardır. Bu anlama göre İslam topluluğunun siyasi ve dinî konularının yönetimi için Allah (c.c.) tarafından görevlendirilen birisine imam denilmektedir. Yani imam, İslam topluluğunun önderliği, dinî ve şeri kanunların beyanı ve korunması ve hayatın çeşitli alanlarında halkın kılavuzluğu için Allah (c.c.) tarafından seçilen Peygamber (s.a.a) ya da bir önceki imam yoluyla halka bildirilen kimsedir. İmam Allahın Peygamberden (s.a.a) sonra yeryüzündeki halifesidir. Bu yüzden mutlaka günahsız ve Kurân-ı Kerim"in batını ve zahirine kâmil bir ilmi olması gerekmektedir. Ehl-İ Sünnet"in Görüşü:Ehl-i Sünnet mezhebine bağlı olan Müslümanlar imam kelimesini halife kelimesi ile aynı anlamda kullanmaktadırlar. Arapçada halife kelimesi bir öncekinin yerine geçen ve onun görevini üstlenen anlamına gelmektedir. Bu unvanı hükümetin başına geçen ve Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra İslam topluluğuna hükmeden herkese vermektedirler. Halifenin halk tarafından seçilmesi ya da önceki halife tarafından atanması ya da belli bir şuranın seçmesi, hatta güç kullanarak başa geçmesi dahi mümkündür. Halifenin günahsız veya iman ve ilim gibi sıfatlarda başkalarından üstün olması gerekli değildir. Şiîler (İsna aşarî) aşağıdaki sıraya göre Peygamber (s.a.a)den sonra on iki imamın geldiğine inanmaktadırlar: 1- İmam Ali b. Ebu Talip, el-Murteza (40 h.k şehit oldu) 2- İmam Hasan b. Ali, el-Müctaba (50 h.k şehit oldu) 3- İmam Hüseyin b.Ali,Seyyidüş-Şüheda (61 h.k şehit oldu) 4- İmam Ali b. Hüseyin, Zeynül-Abidin (95 h.k şehit oldu) 5- İmam Muhammed b. Ali, el-Bâkır (114 h.k şehit oldu) 6- İmam Cafer b. Muhammed es-Sâdık (148 h.k şehit oldu) 7- İmam Musa b. Câfer, el-Kâzım, (183 h.k şehit oldu) 8- İmam Ali b. Musa, er-Rıza (203 h.k şehit oldu) 9- İmam Muhammed b. Ali, el-Cevâd (220 h.k şehit oldu) 10- İmam Ali b. Muhammed, el-Hâdi (254 h.k şehit oldu) 11- İmam Hasan b. Ali, el-Askerî (260 h.k yılında şehit oldu) 12- İmam Muhammed b. Hasan, el-Mehdî (Şu anda hayatta gözlerden uzak bir şekilde yaşamaktadır.) Bütün ilahî dinlerde, bir kurtarıcının geleceği inancı vardır. İslam dininde ise bu kurtarıcıya olan inanç, mehdilik öğretisinde konu olmuştur. İmam Mehdi (a.f) yeryüzü zulümle dolduktan sonra Allah"ın (c.c.) izni ile kıyam edecek ve yeryüzünü baştan sona adaletle dolduracaktır. Müjdelenmiş kurtarıcı veya dünya için iyi bir son inancı Kuranın birçok ayetlerinde ve Peygamber"in (s.a.a) hadislerinde beyan edilmiştir: And olsun Zikir"den sonra Zebur"da da Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır diye yazmıştık. Biz ise, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önder yapmak ve onları vâris kılmak istiyoruz. Burada Ehl-i Sünnet"in önemli kaynaklarında bulunan kurtarıcı ile ilgili hadislere değineceğiz: 1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor: Dünyanın sadece bir günlük ömrü kalsa bile Allah (c.c.) o günü o kadar uzatır ki, ta soyumdan ismi benim ismimle aynı olan birisinin, yeryüzüne hâkim olsun. 2- Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: Mehdi, benim Ehl-i Beytim"dendir. Allah-u Teala onun için gerekli şartları bir gecede hazırlar. 3- Peygamber (s.a.a)"den şöyle naklediliyor: Vaat edilmiş Mehdi, benim Ehl-i Beytim"den ve Fatıma"nın evlatlarındandır. 4- Cabir b. Abdullah Ensarî Peygamber (s.a.a)"den şöyle naklediyor: Ümmetimden bir topluluk kıyamet gününe yakın bir zamana kadar hakkı ayakta tutmak için savaşacaklardır. O sırada Meryem oğlu İsa gökyüzünden yeryüzüne inecektir. Ve o topluluğun imamı, İsa b. Meryem"den kendilerine cemaat namazı kıldırmasını isteyecek; ama Hz. İsa bunu kabul etmeyerek şöyle buyuracaktır: Hayır, Allah bu ümmeti şereflendirmek için imamları sizin aranızda karar kılmıştır. Özet olarak, Hz. Mehdi (a.f), bütün insanlık için görevlendirilecek ve kıyamının başlangıcı da Arap yarımadasında olacaktır. Onun ismi Peygamber"in (s.a.a) ismi olan Muhammeddir ve o Hz. Fatıma"nın (s.a) neslinden gelecektir. Peygamberin (s.a.a) hadisleri ve Ehl-i Beyt"in (a.s) sözlerine göre Mehdi on birinci imam Hasan Askeri (a.s)"in oğludur. Hz. Mehdi (a.f) 255 h.k yılında dünyaya gelmiş ve 260 h.k yılında ise imam Hasan Askerinin şehit olmasının ardından gaybete çekilmiştir. İmam Mehdi (a.f) hayattadır ve ne zaman ortam müsait olursa zuhur edecektir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin birçoğu da aynı şekilde bu konuyu kendi kitaplarında zikretmişlerdir. Ama bunun karşısında Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir başka çoğunluğu ise Mehdi"nin henüz dünyaya gelmediğine inanmaktadırlar. Ünlü Şiî araştırmacı Seyit Muhsin Emin Ayanüş-Şia kitabında Mehdinin, imam Hasan Askeri"nin (a.s) oğlu olduğuna inanan Ehl-i Sünnet âlimlerinden on üç kişinin ismini zikretmiştir. Örnek olarak; Muhammed b. Yusuf el-Kenci eş-Şafiî el-Beyan fi Âhbarî Sahibiz-Zaman ve Kifayetüt-Talib fi Menakibî Ali b. Ebu Talib kitabında; Nuruddin Ali b. Muhammed el-Mâlik el-Fusulul-Mühimme fi Maifetil-Eimme kitabında ve ibn-i Cûzi Tezkiretül-Havas kitabında bu konuyu zikretmişlerdir. 5- Mead Bir gün bu dünya kıyametin gelmesi ile sona erecektir. Bütün insanlar yeniden dirilip Allah"ın huzurunda toplanacaklardır. Allah bütün insanların inanç ve amellerini hesaba çekerek salih ve iyi işlerde bulunanlara sevap verecek ve sapıklıklarında inat eden, kötü amellerde bulunanları da cezalandıracaktır. (Hac.6-9); Al-i İmran.185; Enam.62) Allah, herkese adaletli bir şekilde davranacaktır. Bununla birlikte bu adaletin uygulanmasında, Allah daha çok rahmet sıfatıyla kullarını hesaba çekecektir. (Enam.12) Hatırlatma Her ne kadar bütün Müslümanlar üç temel konuda yani tevhit, nübüvvet ve mead konusunda ortak görüşe sahip olsalar da inanç ve amellerin sayılarında ve bölümlere ayrılmasında, onlar arasında bir takım farklılıklar görülmektedir. Şia, bu üç temel konuyu Usul-u din olarak ve adalet ve imamet konularını da Usul-u mezhep olarak adlandırmaktadırlar. Bunun yanında ibadet ve farz amelleri de Furu-u din olarak adlandırmaktadırlar. Bu ayırımın sebebi tevhit, nübüvvet, mead, adalet ve imamet inançlarının dinin ve mezhebin en önemli ve temel unsurları olmaları, amel ve ibadetlerin ise bu temel unsurlara iman etme ve inanmanın peşinden gelmeleridir. Bu yüzden amel ve ibadetler teferruat olarak kabul edilmiştir. Ehl-i Sünnet ise Allah"ın birliğine ve Hz. Muhammedin (s.a.a) peygamberliğine şahadet getirmeyi dört farz ibadet (namaz, oruç, hac ve zekat) ile birlikte Usul-u din olarak saymaktadırlar. Emr-i bil-Maruf (İyiye emretmek) ve nehy-i anil-Münker (Kötülükten alıkoymak) gibi diğer ibadetleri de farz olarak bilmelerine rağmen namaz, oruç hac ve zekâtın yanında zikretmemektedirler. Şia"nın Terim Anlamı: Şia kelimesi Arapçada izleyici bir kaç kişi veya izleyen topluluk anlamına gelmektedir. Şia kelimesi Kuran-ı Kerim"de de birkaç yerde bu anlamda kullanılmıştır. Örnek olarak; orada iki adamın kavga etmekte olduğunu gördü; bu, kendi taraftarlarındandı (şialarındandı) öbürü, düşmanlarından. Derken, taraftarlarından (şialarından) olan, düşmanlarından olana karşı Mûsâ"dan yardım istedi. Bu ayette Hz. Musa"nın (a.s) izleyicilerinden biri hakkında, Musa"nın Şiası şeklinde söz edilmektedir. Kurân-ı Kerim"in başka bir yerinde ise Hz. İbrahim"i (a.s) Hz. Nuh"un (a.s) Şiası olarak tanıtmaktadır. Ve şüphe yok ki İbrâhim de onun taraftarlarındandı (Şia"larındandı) elbet. İslam"ın başlangıcında Şia kelimesi sözlük anlamı olarak bir kişi ya da belirli bir grubun takipçisi anlamında kullanılıyordu. Örnek olarak; bazı rivayetlerde Ali b. Ebu Talib"in Şia"sından ve bazı rivayetlerde de Muaviye b. Ebu Süfyan"ın Şia"sından söz edilmektedir. Ama bu kelime daha sonraları sadece Hz. Ali"nin (a.s) imametine inananlar için kullanılmaya başlanmıştır. Şehristanî (548 h.k) İslami mezhep ve fırkaları ile ilgili önemli kaynaklardan biri olan el-Milel Ve"n-Nihel adlı kitabında şöyle diyor: Şia, Hz. Ali"nin (a.s) has izleyicileri ve Hz. Muhammed"in (s.a.a) açık istek ve öğretisi üzerine onun imamet ve hilafetine inanan kimselerdir. Bu çok dakik bir tariftir. Çünkü Şiîler şahsi isteklerinden dolayı değil, Peygamber"in (s.a.a) isteği üzerine Ali"nin (a.s) imametine inanmaktadırlar. Ama Şia"nın dışındaki mezhepler Peygamber"in (s.a.a) hilafet meselesini halka bıraktığına ve Peygamber"in (s.a.a) vefatından sonra da Sakife"de seçilen kimseyi izlediklerine inanmaktadırlar. Oysa Sakife"de bu şekilde seçilen ilk halife Ebu Bekir"in kendisi bu düşüncenin tersine, halifeyi kendisinin seçmesi gerektiğine inanıyordu. İkinci halife Ömer b. Hattab ise altı kişilik bir şura kurup özel emirler vererek, içlerinden birini kendi yerine halife seçmeleri için görevlendirdi. İlginç olan ise; dördüncü halife olarak Ali b. Eb-u Talib"in takriben bütün Müslümanlar tarafından seçilmesidir. Üçüncü halife Osman b. Affan"ın öldürülmesinden sonra halkın baskıları sonucu, halifeliği kabul etmek zorunda kalmıştır. Ünlü araştırmacı Hasan b. Musa Nevbahti (313 h.k) Şia Fırkaları adlı kitabında şöyle diyor: Şia, Ali b. Eb-u Talib"in fırkası ve cemaatidir. Onlara hem Peygamber"in hayatında, hem de Peygamber"den sonra Şia deniliyordu. Ali"nin izleyicileri ve onun imametine inananlar diye tanınıyorlardı. Geçmiş dönemlerin seçkin âlimlerden Ş. Müfid (413 h.k) Şia"yı şu şekilde tanımlamaktadır: Ali"yi (a.s) izleyen ve onun Peygamber"in (s.a.a) ilk halifesi olduğuna inananlardır. Ş. Müfid, Şia"nın "İmamiye" olarak adlandırılmasını şu şekilde açıklıyor: Bu unvan, imametin her zaman gerekli olduğuna, imamın Allah (c.c) tarafından seçilmesinin, masum ve kamil olmasının gerekliliğine inanan kimseler içindir. Bu anlatılanlara dayanarak Şia"nın Peygamber (s.a.a)"in halifesi hakkında ki inançlarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Peygamber (s.a.a)"in halifesi olmak ilahî bir makamdır. 2- Peygamber (s.a.a) nasıl Allah tarafından seçildiyse, halife veya imamda aynı şekilde Allah tarafından seçilir ve Peygamber (s.a.a)"in aracılığı ile halka tanıtılır. 3- İslam Peygamber"inin (s.a.a) ilk halifesi Ali"dir. Dağılım Câferîler, Nimetullahi Tarikatı, Bektaşilik Tarikatı, Nusayrî, ve Alevîler Şiîler, İslam dinine mensup 1,5 milyar insanın[2], yaklaşık olarak 200 milyonunu temsil ederek, İslam âleminin %16'sını oluşturmaktadırlar. İran, Azerbaycan, Bahreyn, Irak ve bir olasılıkla Yemen'de nüfusun çoğunluğunu ayrıca Lübnan'ın da önemli bir kısmını oluşturmaktadırlar. Şiîlik, İran'ın %89'u[3], Azerbaycan'ın %85'i[4], Irak'ın %60-%65[5], Yemen, Bahreyn, Katar, Türkmenistan, Türkiye'nin % 10'u ve Lübnan'ın % 65'i Şii nüfustur. Ayrıca Suudi Arabistan'ın %15'i, Pakistan'ın %20'si[6] ve Afganistan'ın %19'u[7] Şiidir. Ayrıca AB ülkelerinde 10 milyona yakın, Amerika kıtasına dağılmış 20 milyon üzeri, Afrika'da sadece Nijerya'da 10 milyon Şii bulunmaktadır. Türkiye'de çoğunluk sırasına göre Alevîler, Câferîler ve Nusayrîler yaşamaktadırlar. Câferîlikte sünnet ve hadis anlayışı Câferiyye Şiîliği ve Sünnîlik Câferîler sünnilerden farklı olarak sadece imamlar yoluyla nakledilen ve kendilerince peygamberin "gerçek" sünneti olarak tanımlanan sünneti takip ettiklerini ifade ederler.[1] İmam Ali'nin türbesi (Necef, Irak) Caferilik ve Sünniliğin kayıtlı şihafi gelenek olan hadislere farklı yaklaşımları ile her iki gurubun farklı hadis külliyatları oluşmuştur. Câferî inancına göre Şiîlik ve Sünnîlik arasındaki ayrım peygamberin ölümüyle bir kısım müslümanların Ali'nin önderliğini (hilafet) benimsemesiyle diğerlerinin ise güçlü bir şekilde Ebu Bekir'i desteklemesiyle birlikte başlamıştır. Şiîler Ali'ye hilafetin Gadir-i Hum'da verildiğine ve bu olayın güvenilir kaynaklarda bulunduğuna inanmaktadırlar. Şeriat veya İslâm hukuku kısmen hadise dayalı olduğundan Câferiyye Şiîliği Sünnî hâdis kaynaklarından bazılarını, Sünnîliğin de Şiî hadis kaynaklarından bazılarını reddetmeleri her iki gurubun şeriat anlayışlarında farklılıklar doğmasına neden olmuştur. Örneğin Şiîlik ve Sünnîlikte günlük namaz vakitlerinde farklılıklar vardır. Şiilikte günde üç vakit namaz kılınırken aleviler namazı şekil açısından reddeder ve zamanı, şekli ve miktarı uygulayan kişiye bağlı olmak üzere dua etmeyi öngörürler. Yine Caferilerde Sünnilik'te reddedilen ve İslamın ilk zamanlarında uygulandığı halde daha sonra İslam peygamberi Muhammed tarafından tümüyle uygulamadan kaldırıldığına ve yasaklandığına inanılan Mut'a nikahını uygulanmaya devam etmektedir. Câferîler bunun Ömer bin Hattab tarafından kaldırıldığını ve peygamber zamanında kabul görülen bir şeyin kaldırılmasının uygun olmadığına inanırlar. Bu inanışa göre peygamberin doğru gördüğü kıyamete kadar doğru, yanlış gördüğü ise kıyamete kadar yanlıştır. Câferîlikte sünnet Muhammed'den aktarılan sözlü gelenek olduğu kadar İmâmlardan aktarılanları da kapsamaktadır. Tabatai'ye göre "Şia dünyasında en güvenilen ve benimsenen hadis" külliyatı içeriğinde dörtbin hadis bulunduran Kuleyni'nin "Al-Kafi"sidir. Şiîlerin güvenilir kabul ettiği diğer hadis kaynakları ise; İbn-i Babeveyh el-Kummi'nin "Men Lâ Yehduruhül Fakih" (Bir Fakihin Ortaya Koyduğu Şeyler) Ebu Cafer et-Tusi'nin "El-İstibsar" ve "Tehzib'ul Ahkam" kitaplarıdır. Şiiler diğer dini konularda ve hadis konusunda zengin kaynaklara sahiptirler. Fakat bunların çoğu diğer mezheplerce çok fazla dikkate alınmazlar. Sünnîlik ile Şiîliğin ayrılışı Zeydîlik, İsmailîlik, İsnaaşeriyye, Câferîlik, ve Sünnîlik Alevîlik'te ve Şiîlik'te önemli bir yere sahip olan Zülfikar isimli kılıcın temsîlî bir resmi. Sünnî ve Şiî ayrımı İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah'ın 632 tarihinde ölümüyle birlikte başlamıştır. Yaşadığı sürece dini rehberliğin yanı sıra siyasi önder vasfını da kendisinde bulunduran Muhammed’in artık hayatta olmayışı müslüman toplumu yeni önderin kim olacağı sorusuyla karşı karşıya bırakmıştı. Sakife denilen yerde toplanan bir grup müslüman hilafete Ebu Bekir'i seçmiş, daha sonra “Şiat ü Ali” olarak adlandırılacak olan Ali taraftarı bir grup müslüman da Muhammed'in damadı olan Ali'nin bu göreve daha layık olduğunu ve Ebu Bekir'i seçen grubun hak yoldan saptığını düşünmüştü. Dahsı Ebu bekirin halifeliği Ali'nin elinden Fatıma'nın evinin basılması ve yakılması ile zorla aldığını iddia ederler. Peygamberin ölümü üzerinden yaklaşık otuz yıl geçtikten sonra İslam toplumu ilk iç savaşı yaşamıştır. Bu savaş Müslümanların Emevi taraftarları, Ali taraftarları ve hariciler olarak bölünmesine yol açmıştır. Sünni yaklaşım; Sünnîler ve Sünnîlik - Sünnîler ilk dört halifenin (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) Kur'an ve Sünnet'e uygun hak yöneticiler olduğuna inandılar. Ancak sonradan gelen ve artık saltanata dönüşmüş olan halifeliğin öncekilerin standartlarına uymadığına inandılar. Ancak sünni ulemaya göre müslümanların sonradan gelen otoritelere de itaat etmeleri, iç savaş ve fitnelerden uzak durmaları gerekliydi. Miras sorunu Muhammed'in dul eşlerinin yanı sıra Ali ve Fatıma'nın da, Ebu Bekir'in hilafetinden hoşnutsuz olmalarının bir başka nedeni daha vardı.[8] Muhammed vefat ettiğinde geride önemli miktarda arazi ve mal varlığı bıraktı. Bunların en meşhuru tartışmaların da odağında olan Fedek Arazisi'dir.[9][10]Ebu Bekir'e göre bu mal ve arazilerin gelirinden Peygamber halka yardımlarda bulunuyordu ve dolayısıyla devlete aitti. Ali ise "Muhammed'e gelen veraset ile ilgili vahiylerin peygamber'in mirasını da kapsadığını" iddia ederek bu duruma karşı çıkıyordu. Zira Kur'an'da vefat eden bir kişinin mirasının nasıl pay edileceği izah edilmektedir. Şiilere göre Ebu Bekir, Muhammed'in dul eşlerine devletten maaş bağlamış ancak Muhammed'in kanından olan Ali, Fatıma ve İbn Abbas'a o kadarını bile vermemişti ve Ali'nin etki ve nufuzunu kırmak için bu Fedek Hurmalığı'nın gaspı gerçekleşmişti. Eşi Fatıma'nın ölümünden sonra Ali, Fatıma'nın Muhammed’in mirasından payını almak için tekrar başvurdu ancak başvurusu aynı nedenlerle bir kez daha reddedildi. Bununla birlikte Ebu Bekir'den halifeliği devralan Ömer, Medine'deki arazileri Muhammed'in kabilesi Haşimoğulları adına Ali ve Abbas'a verdi; Hayber ve Fedek Arazisi'ni ise devlet malı saydı.[11]. Şii kaynaklara göre bu durum Muhammed'in soyundan olanlara (Ehl-i Beyt), baskıcı halifeler tarafından yapılan haksızlıkların bir başka örneğidir.[12] Câferîliğin öğretisi Câferiyye Şiîliği İman'ın Şartları (Usūl al-Dīn) Tevhid : Allah´ın Bir oluşu Adalet : Allah´ın adil oluşu Nübüvvet:Allah´ın tüm insanlığa dini öğretmek için mükemmel ve yanılmaz 124 bin peygamber atadığı. İmamet (Liderlik): Allah´ın insanlığa rehberlik edecek belirli liderler (12 Masum İmam) atadığı Mead (Kıyamet, Hüküm Günü): Allah´ın kıyamet günü insanları dirilteceği, mizan, hesap, sırat, Cennet, Cehennem'in hak olduğu inancı. İslam'ın Şartları (Furū al-Dīn) Namaz: Günde 3 kez ezan ile icra edilen ibâdet Oruç: Ramazan ayında oruç tutmak. Şiilik'te günbatımı, güneşin tam batımı anlamına geldiği için Sünnilerinkine göre iftar vakti bir miktar gecikir. Hac: Mekke'de, Kabe bölgesinde hac ibadetinin gereklerini yerine getirmek. Şiîlere göre Hac sadece Kâbe'ye yapılır. Şiilik'te Hac bittikten sonra Medine'deki Muhammed'in ve imamların mezarları ziyaret edilir. Bunun dışında Necef'teki Ali Türbesi ve Kerbela'daki Hüseyin Türbesi, Onikicilik'te Meşhed'deki İmam Ali Rıza Türbesi gibi türbeler ziyaret edilir. Ancak Şiilik'te, "Hac vazifesi yerine getirildikten sonra Peygamberin ve İmamların kabirleri de ziyaret edilmelidir" diye bir şart yoktur. Şiîler, Peygamber'in veya İmamlar'ın kabirlerine yapılacak olan ziyarete de Hac demezler. Zekat: Fakirlere dağıtılmak üzere belirli gelir grubuna sahip insanların gelirinden yaptığı yardım. Hums: Gelir ve ganimet mallarının beşte birini belirlenen yerlere vermek, mesela fakirlere ve seyyidlerin fakirlerine vermek. Cihad: Allah adına mücadele etmek. Cihad iki türlüdür. İlki insanın yaşamının her aşamasında iyiyi yerine getirmek adına nefsiyle verdiğidir ki buna "Büyük Cihad" denir. İkincisi de "Küçük Cihad" denilen kişinin dışında olan kötülüklerle mücadelesidir. Emr-i Bil Maruf: İyiliği emretmek, Nehyi Anil Münker: Kötülükten sakındırmak, Tevella: Ehl-i Beyti ve onların takipçilerini sevmek, Teberra: Ehl-i Beyt'in düşmanlarından kişinin tüm ilişkisini kesmesi. Şiîlik ile Sünnîlik arasındaki anlayış ve uygulama farkları Şiîlik ve Sünnîlik Şiîler, Muhammed'den sonra hilafet'in Ali ve soyuna ait olduğunu savunur ve sünnilerin meşru ve dince makbul kabul ettikleri ilk üç halife (Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın) hilafeti Ali'den gasp ettiklerine inanırlar. Yezid'in babası Muaviye konusunda da benzer bir durum sözkonusudur; Şiiler Yezid hakkındaki görüşlerin benzerini Ali'nin hilafetine karşı çıktığı için Muaviye için de sürdürürler, ancak Sünniler Muaviye'nin bir "içtihad" yaptığını ve içtihadında yanılsa bile Kur'an'ın vahiy katibi ve peygamberin ashabından olduğu gerekçesiyle hakkında kötü ifadede bulunmaktan kaçınırlar. Şiiler ise Muaviyenin peygamberin sahabesinden olmasının daha sonra yaptığı çirkinlikleri örtemeyeceğini ifade ederler. Siyasi iktidar ve emir sahiplerine itaat: Sünnîlere göre iktidar bir soy meselesi değil, ümmetin kendi içinde istişare ile çözeceği siyasi bir konu olarak görülür ve genellikle "devlet başkanına itaat" kültürü hakimdir. Sünnilere göre Peygamber ve akabinden gelen raşid halifeler hem devlet başkanı idiler hem de imam. Onlardan sonra bu görevlerin ayrıldığından söz edilebilir. Şiilerde ise iktidar inanç meselesidir ve meşru siyasi lider aynı zamanda ruhani liderliği de elinde bulunduran Ali ve soyundan gelen imamlara aittir. Caferi Şiasında kıyamete kadar gizli kalan Mehdi dahil On İki İmamın günahsız olduğuna, "vahyi alma" hariç, "günahsızlık" ve benzeri konularda peygamberlere benzediğine inanılır. Küçük yaşta gaip (saklı) olan 12. imamın ölmediğine ve halen hayatta olup kurtarıcı (mehdi) olarak tekrar geri döneceğine inanırlar. Şiîler Tehlike anında inancı saklamanın (takîyye) câiz olduğuna inanırlar. Muta nikahının (belirli bir süreyle sınırlandırılmış evlilik) Sünnilerin kabullenmemesinin aksine dinen uygun (caiz) olduğuna inanırlar. Şiilere göre bunun peygamber zamanında yapılması uygun görülmüş, Kur'an'da da onaylanmıştır. Alevîlik ve Şiîlik Alevîlerin büyük bir çoğunluğu kendini Şiî olarak tanımlamamaktadır, aynı zamanda Alevîler arasında Alevîliğin İslâmiyet dışı bir inanış olduğunu savunan Alevîler de bulunmaktadır.[13] Bununla birlikte Batılı kaynaklarda Alevîlik, genellikle bir Şiî inancı olarak ya da Türk veya Osmanlı Şiîliği olarak tanımlanır.[14] Türkiye'de Şiîlik teriminin Câferîlik mezhebi ile eş anlamlı kullanılmasından dolayı, Alevîlerin bir kısmı doğal olarak da kendilerini Şiî saymazlar. Fakat Alevîlerin en kutsal eserlerinden olan Buyruk'ta, Şiî sözcüğünün "Ali yandaşı" veya "Ali yolcusu" şeklinde bir tanımlaması mevcuttur.[kaynak belirtilmeli]Alevîlere benzerlik gösteren inanış grupları ise Şiîlik terimini Türkiye dışında varolan Şii tâifesine uygun olarak, "Ali yandaşlığı" olarak tanımlarlar ve dolayısıyla da kendilerini de Şiî olarak görürler (İran Ehl-i Hakları, Suriye Nusayrîleri, Arnavut Bektaşiliği ve Nizarî İsmailîlik bunun örnekleridir).[kaynak belirtilmeli]Türkiye ve Suriye'de yaşayan Alevîler, bu ülkelerdeki Şiî nüfusun çoğunu oluştururlar. Türkiye'de heterodoks Şiî olarak tanımlanan Alevîlerin yanı sıra bazı yerleşim birimlerinde Ortodoks Şiîler de yaşamaktadır.[kaynak belirtilmeli] Câferî Şiîliği'nde önemli günler 18 Zilhicce: Gadir-i Hum denen yerde Peygamber Muhammed'in Ali'yi kendisine halife tayin ettiğine inanılan gün 13 Recep: Ali'nin doğum günü = Mevlit 3 Şaban: Hüseyin'in doğum günü = Mevlit 11 Zilhicce: Ali er-Rıza'nın doğum günü = Mevlit 15 Şaban: Muhammed Mehdi'nin doğum günü = Mevlit 10 Muharrem: Aşura 19 - 21 Ramazan: Ali'nin yaralanmasından vefatına kadar olan süre 28 Safer: Muhammed ve Hasan'ın vefatı, 25 Şevval: Altıncı İmâm Câfer-î Sadık'ın vefâtı. Şiî tarikât ve mezhepler İmamiyye Keysanîlik (Dörtçüler): Mehdi kavramını ortaya atarak ilk defa İmam ünvanını kullanan; Ali bin Ebu Talib'den sonra sırası ile Hasan bin Ali, Hüseyin bin Ali ve dördüncü İmâm olarak ta Ali bin Hüseyin (Zeyn el-Âb-ı Dîn)’in yerine Ali bin Ebu Talib’in Bânû Hânife Kâbilesi mensûbu Havlet bint Câ'fer’den olan oğlu Muhammed bin el-Hânifîyye'nin imâmlık ve Mehdiliğini kabullenen; temelleri El-Mukhtar bin Ebû ʿUbeydullah el-Tâifî tarafından atılan, ve daha sonra da kendi içlerinden Abbâsîler Hâlifeliği’ni çıkaran ghulât (köktendinci) mezheb. Berberîcilik: Muhammed bin el-Hânifîyye’yi Tanrısallaştıran ve Hamza ibn ʿUmara el-Berberî'nin Peygamber olduğuna inananların mezhebi; Haşimîlik (Dörtçüler): Muhammed bin el-Hânifîyye’nin ölümünü kabullenerek en büyük oğlu Ebu Haşim'i halef olarak kabul edenlerin mezhebi; Karibîlik / Kuraybîlik (Dörtçüler): Adını imâm Ebu Karib/Kurayb el-Darir’den alan, Muhammed bin el-Hânifîyye’nin ölmediği ama saklandığı ve bir gün adalet dağıtmak üzere yeryüzüne Mehdî olarak döneceğine inanılan mezheb; Sarrajcılık (Dörtçüler): Muhammed ibn el-Hânifîyye’nin ölümünü kabullenen fakat ilerde bir gün adalet dağıtmak üzere yeryüzüne Mehdî olarak döneceğine inanılan Hayyan el-Sarraj tarafından kurulan mezheb; Hürrem’îyye (Ḵhorrām-Dīnān / Khurrāmīyah / Muḥammira / Kızıl-Giyinenler [33]/ Kızıllar [34] Kısmen Dörtçülerin uzantısıdır): Al-Makdisi'den nakledildiği üzere, El-Mukanna‘ tarafından temelleri atılan, Ebu Müslim Horasani'nin Mehdîliğine, reenkarnasyona, Tanrı'nın sırasıyla Hazreti Muhammed, Hazreti Ali, Ebu Müslim Horasani ve en son olarak ta Haşim el-Mukanna‘’da vûcud bulduğuna inanan, başkalarına zarar vermemek kaydıyle herşeyden zevk almayı mübah sayan, ve kendilerini İslâmiyet kisvesi altında gizleyen Mazdekçıların oluşturduğu dinî ve siyasî ghulât (köktendinci) mezheb. Zeydîlik (Beşçiler): Beşinci İmâm olarak Zeyd bin Ali'yi kabul eden kol. Dukeynîlik: Hazreti Muhammed'in haleflerinin Ali bin Ebu Talib'in tarafını tutmamalarından dolayı imânlarını kaybettiğine inananların mezhebi; Halefîlik: Zeyd bin Ali'nin haleflerinin Abd el-Samed adlı bir şahıs ve onun neslinden devam ettiğine inananların mezhebi; Heşebîlik / Sûrhabîlik: İmâmlığın, imâmın bilgisiz ve ahlâksız olması dahil, her hâlükârda Hasan bin Ali ile Hüseyin bin Ali'nin soyundan gelenlerde kalması gerektiğine inananların mezhebi; Jarûdîlik: Adını Ebû’l Jarûd Ziyad bin Ebû Ziyad’dan alan, Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer ibn Hattab, ve Osman bin Affan'ın her üçünün Ali bin Ebu Talib'i halife seçmemekle büyük bir günah işlemiş olmamakla beraber hatalı bir davranışta bulunmuş olduklarına, ve bu nedenle de onların Ashab-ı Kiram'lıklarının geçerli olamayacağını beyân etmekle beraber alenen suçlamaktan da kaçınan, diğer taraftan ise Talha bin Ubeydullah ile Zübeyr bin Avvam'ı Ali bin Ebu Talib'e başkaldırmış olmalarından ötürü şiddetle kınayanların mezhebi; Süleymanîlik: Adını Süleyman bin Jarir’den alan, haliferliğin kime gideceğinin istişareler neticesinde karara varılması gereken bir husus olduğuna, ve Ebu Bekr-i Sıddık ile Ömer ibn Hattab'ın Ali bin Ebu Talib'i halife seçmemekle hata işlediğine fakat günaha girmediğine inananların mezhebi; Butrîlik / Tâbîrilik: Kathir en-Nevva El-Ebter tarafından kurulan, inançları hemen hemen Süleymanîlik ile ayni olmakla birlikte, Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer ibn Hattab, ve Osman bin Affan'ın üçününde Ali bin Ebu Talib'i halife seçmemekle hatalı olduğuna fakat günaha girmemiş olduklarına inananların mezhebi; Salihîlik: Hasan ibn Salih tarafından kurulan, inançları hemen hemen Süleymanîlik ile ayni olmakla birlikte, Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer ibn Hattab, ve Osman bin Affan'ın üçününde Ali bin Ebu Talib'i halife seçmemekle hatalı olduğuna fakat günaha girmemiş olduklarına inananların mezhebi; Vâsîtîlik: On İki İmamın tamamını da tanıyan Zeydîler'in oluşturduğu mezheb. Ismâʿîl’îyye (Yedi İmâmcılık/Yedicilik): Yedinci İmâm olarak İsmail bin Câfer el-Mûbarek’i kabul eden kol. Karmatîlik (Yediciler/el-Bakl’îyye): Fatımî halifelerinin imâmlığını kabul etmeyen kol. Dürzîlik (Kısmen Yedi İmâmcıdır): Fatımîler’in beşinci halifesi Hâkim Biemrillah’a ulûhîyet isnâd eden ghulât (köktendinci) kol.[35] Nizarî İsmailîlik (Yedicilik): Sekizinci Fatımî halifesi Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstansir bi-l-Lâh'ın oğullarından Nizâr'ı On dokuzuncu İsmailîyye imâmı olarak kabul eden kol. Mustâlîlik (Yedicilik): Sekizinci Fatımî halifesi Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstansir bi-llâh'ın oğullarından Ahmed el-Musta‘li bi-l-Lâh’ı Dokuzuncu Fatımî halifesi olarak kabul eden kol. On İki İmamcılık İsna‘aşer’îyye (Onikicilik): Câfer’îyye (Onikiciler): On iki İmamlar'a Hazreti Muhammed'in hak vasi ve halifeleri ve Allah'ın mâsum evliyâ ve hûccetleri olarak inanan Şia'nın asıl ve en yaygın olan ana koludur, yani özüdür. Kalenderîlik (On İki İmamcılık): 8. yüzyıl Samanîler devri öncesi fa'al olan Melamilik akımından beslenen, Budizm ve Hinduizm etkilerini sergileyen, kalça boyu kıl yapımı gömlekler giyinen ya da sadece battaniyeyle örtünen, ve her türlü ilacın kullanımına karşı çıkanların yolu) Haydarîlik (On İki İmamcılık): Kutb’ûd-Dîn Haydar tarafından kurulan, 12. yüzyıldan itibaren Kalenderîliğin en yaygın ve fa'al kolunu oluşturan, kendilerini hâkir görmek ve aşağılamak suretiyle vücudlarına demirden halkalar takarak yalın ayak dolaşan, keçe ve çuhadan yapılma elbiseler giyerek zillet içerisinde bekâr kalmak suretiyle yaşayanların oluşturduğu yol [36] Vefâ’îyye (On İki İmamcılık): Ebu'l Vefâ el-Bağdâdî tarafından kurulan, mânevî ve maddi temizliğe çok önem veren, sıklıkla zikir[37] ve Semah[38] uygulayan sufi/tasavvufî yol; Bâbâ’îyye (On İki İmamcılık): Vefâ’îyye[39] tarikâtına bağlı Ebu'l-Baka Baba İlyas bin Ali el-Horasânî'nin müridlerinden olan Baba İshak Kefersudî'nin geliştirdiği sufi/tasavvufî yol. Barak’îyyûn (On İki İmamcılık): Başlangıçta Vefâ'îyye[39] tarikâtından Ebu'l-Baka Baba İlyas bin Ali el-Horasânî’nin halifesi Aybek Baba’nın en iyi müridi, daha sonra ise hem Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifesi hem de Rufai tarikatına bağlı Sarı Saltuk Baba’nın müridi olan Barak Baba’nın geliştirdiği sufi/tasavvufî yol; Anadolu Alevîliği (On İki İmamcılık); Yâresânîlik (Kürt Alevîliği)[40]: Hazreti Ali’ye ulûhîyet isnâd eden ghulât (köktendinci) sufi/tasavvufî yol.[41](Bektaşîlik'te olduğu gibi Barak Baba'nın fikirlerinin etkisiyle ortaya çıkmış olmakla beraber On İki İmamcı olmayıp, İslâmiyet'e Bahailik'ten de uzak kalan inançlar kapsamında mutalâa edilir.)[42] Arap Alevîliği (Nusayr’îyye) (Onbircilik; kısmen On İki İmamcıdır): Hazreti Ali’ye ulûhîyet isnâd eden ghulât (köktendinci) fırka. Hurûf’îyye (Onbircidir; FazlʿAllâh Esterâbâdî-Nâimî’ye ulûhîyet isnâd eden ghulât (köktendinci) fırka.):Tanrı'nın her peygamberde aşamalı olarak kendisini açtığına, en son olarakta yedinci Şiî imâmı Musa el-Kâzım’ın soyundan gelen ve Hurûf’îyye inancının kurucusu olan "Feyzl’ul-Lâh Ester-Âbâdî"’nin bedeninde vücûd bulduğuna, ve ("Feyzl’ul-Lâh Ester-Âbâdî") Nâimî’nin "Câvidân el-Kebir" (Câvid-Nâme)’sinin Kur'an-ı Kerîm’i ilgâ ettiğine inanan On İki İmamcı sufi/tasavvufî yol; Nûktâv’îyye (On İki İmamcılık): Hazreti Muhammed’in daha yüksek seviyede reenkarnasyonu olduğu iddiasiyle 1397 yılında kendisini Mehdî ilân eden "Mahmud Pasîkhânî" tarafından İsmailîyye-Nizarîlik mezhebi ile tanınan İsfahan Eyaleti'nin Kaşan şehri yakınlarında "Anjudan" köyünde Hurûf’îyye’nin bir yan kolu olarak kurulan ve Pasîkhânî’nin ölümünden sonra da Şah Tahmasb’ı Mehdî ilân etmeğe kalkışan On İki İmamcı sufi/tasavvufî yol. Bektaş’îyye (On İki İmamcılık): Adını, 13. yüzyılda Anadolu'nun İslâmlaşması sürecinde etkin olarak fa'aliyet gösteren ve Horasan Melametîliğinin önde gelen temsilcilerinden Yusuf Hemedani'nin öğrencisi Hoca Ahmed Yesevî'nin öğretilerinin Anadolu'daki uygulayıcısı olan büyük Türk mutasavvıfı Kalenderî / Haydarî şeyhi Hacı Bektaş-ı Veli'den alan On İki İmamcı sufi/tasavvufî yol. Âhiler (On İki İmamcılık); Dedebabalık (On İki İmamcılık): Hacı Bektaş-ı Veli'nin soyundan gelen Balım Sultan tarafından, 14. ile 15. yüzyıllarda Azerbaycan ve Anadolu'da etkin olan Hurûfîlik akımının da etkisinde kalarak İbahilik, teslis (üçleme), tenasüh ve hülul anlayışlarını da Bektaşîlik içine katmak suretiyle 1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

https://twitter.com/kanaryamfenerli