1 Mart 2016 Salı

Marifetullah Marifet Kapısı Hakikat ve TarikatKapısı Murakabe âdâb-ı bâtıne

https://twitter.com/kanaryamfenerli /\/\____________/\/\_____________ KANARYAM █▓▒░▒▓█ FENERLİ ¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯ Tasavvuf (Arapça: تَصَوُّف taṣawwuf, Farsça: تصوف tasavvof, Fransızca ve İngilizce Sufism) veya Sûfîlik (Arapça: صُوفِية ṣūfīyya, Farsça: صوفیگری sūfīgarī), İslam inancında insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatlere ve gayb âlemine ait hakikatlere manevi latifelerle ulaşma yoludur. H Hakikat Hurûfilik L Letaif M Marifet Kapısı Marifetullah Murakabe N Nefis Nur (ışık) V Vahdet-i Vücûd İ İhsan Murakabe (Arapça: مراقبة), "gözetlemek" anlamına gelen Arapça'daki "rakabe" kökünden türetilmiş bir sufi pratiğidir. Dikkatle izlemek, ilgilenmek, gözleri açık tutmak anlamlarını da taşır. Metaforik açıdan kişinin manevi kalbine dikkatini yöneltmesi ve yaratıcısından gelecek sezgiyi beklemesini ifade eder. Mârifetullâh (Ehl-i Sünnet) ya da İrfân (Onikicilik) veya Gnosis (Hristiyanlık) Allah’ı tanımak, bilmek demektir. Ehl-i Sünnet vel Cemaat Akîdesine göre Mârifetullâh, Allah’ı Kur'an-ı Kerîm’in bildirdiği gibi tanımak, sıfat ve isimlerini ve bunların sonsuz kemâlde olduğunu bilmek ve ilâhî hakikâtlere vakıf olmak şeklinde özetlenebilir. Allah’ın nûru Allah, Nur (ışık), ve Kur'an-ı Kerîm Allah’a inanan insanın kalbi imânla nûrlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, Ona inanması ve kendini Onun mahlûku bilmesidir. Şimdi sıra, Onu tanıma vadisinde mesafeler almaya gelmiştir. Kur'an’daki mârifet dersleri Kur'an-ı Kerîm, mümine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Rahman ve Rahim olarak Allah’ı tanımaktır. “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulü’ne (asm.) ve O’nun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiştir. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden ilâhî terbiyeyi okuruz. Yüzümüzü gözümüzü; kalbimizi ruhumuzu, kanimizi, hücremizi okuruz. Hepsini en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz. Okudukça O’nun terbiye ediciliğine ve O’nun rahmetine olan marifetimiz artar. İhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz. Ayetin devamına geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin lütfuna, rahmetine hayran kalırız. Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz, bizi Fatiha Suresi'ne götürür. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar ve bitkiler âleminin de Rabbidir. Sema, arz, melek ve cin âlemlerinin, arşın, kürsinin, Cennet ve Cehennem'in de Rab'bidir. Bunları düşündükçe, O’nun marifetinde daha da terakki ederiz. Rab ismi ilâhî isimlerden sadece birisi. Diğer isimleri ve tecellilerini de aynı şekilde tefekkür ederiz. Allah’ı Rab olarak tanıdığımız gibi, Rezzak, Muhyi (hayat verici), Kerim ve Kadir olarak da tanırız. Böylece marifetimiz daha da artar. Sonra, bütün bu isimlerin İlâhî sıfatlardan geldiğini düşünürüz. Marifetimiz sıfatlar aleminde derinleşir ve genişlenir. Ve sonunda, bütün bu sıfatların bir tek zata ait olduğunu bilmekle tevhit sahasına girer, Allah’ı hiçbir mahlukuna benzemeyen, bütün sıfatları gibi zatıyla da eşi ve benzeri olmayan tek zat olarak biliriz. Allah’ı tanımak Allah, Muhammed, ve Miraç Allah’ın yarattığı eşya üzerinde bilim adamlarının dünya yaratıldığından beri kafa yormaları ve her gün yeni keşiflerde bulanmaları, varlık alemini her geçen gün biraz daha tanımaları gösteriyor ki bu eserlerin tümünü yaratan Allah’ı tanımanın, O’nun marifetinde ilerlemenin sonu yoktur. Peygamber Efendimiz (asm) Miraç mucizesinin son durağında, “Ben seni hakkıyla tanıyamadım.” buyurmakla, hem bu sahanın sonsuzluğunu, hem de marifetimizi kesinlikle yeterli görmeyip ömrümüzün sonuna kadar bu yolda ilerlememiz gerektiğini bize ders vermektedir. Tasavvûfta "Mârifetullâh" mertebesine erişmekte uğranılacak olan dört ruhî durak Şeriat, Tarikat Kapısı, Hakikat Kapısı, Marifet Kapısı, ve Horasan Melametîliği Dört durak; Birinci Durak: Şeriat; İkinci Durak: Tarikât Kapısı'ndan geçilerek içine girilen "Tarikât"; Üçüncü Durak: Hakikât Kapısı'ndan geçilerek varılan "Hakikât"; Dördüncü durak olan ve görünemediği tasavvur edilen Gnostisizm ise Mârifet Kapısı'ndan geçilerek erişilebilen ve Hakikât Bölgesi'nin tam merkezinde yer alan ve Dört Durağında da Öz/Cevheri'ni teşkil eden "Mârifetullâh"tir. Marifet Kapısı, Alevî-Bektaşi anlayışında gönül yolunda en yüce düzeye ulaşma, tanrısal gizlere(sır) erme evresidir. Bu evre “arifler”le özdeşleştirilir. Su gibi arılık aranılır. "Dört Kapı Kırk Makam" inancında Marifet Kapısı'nın makâmları şunlardır Dört Kapı Kırk Makam 1. Edepli olma Alevî-Bektaşîliğin ünlü ahlâk ve toplum ilkesi burada temel alınır. Eline, diline, beline sahip olamak anlayışı yaşama geçirilir. Kötü hal ve hareketlerden uzak durmak amaçlanır. 2. Bencillik, kin ve garezden korkma ve uzak durma Tarikattan marifete geçen kişinin bu makamdan düşme endişesini taşıyarak korkuya kapılması, kendine yönelik eleştirileri sürekli canlı tutup özünü bencillikten, kin ve garezden uzak tutmasıdır. Engelleyici bir korkunun kuşatıcılığında her vicdanın sesi dinlenerek, kendini yoklayarak, eksiklerini saptama ve geleceğe daha arınmış olarak çıkmaktır. 3. Perhizli olma Hiçbir şeyde aşırı olmamak, aşırıya kaçmamak, ulaşılan manevi aşamanın verdiği sarhoşluktan korunmak, bu duyguyu yanlış algılayıp kendini yitirmemek ve mahrem olan şeylerden uzak durmaktır. 4. Sabır gösterme ve yetinme Bir olgunluk evresi olarak algılanan bu makamda; Tanrı’dan başkasına yakınmamak, kutsal gerçeğe giderken aceleci olmamak, taşkınlık yapmamak, ölçülü olmak, mürşidin verdiği kadarıyla yetinmek, nefsine uyup mürşidinden kaldıramayacağı isteklerden bulunmamaktır. 5. Utanma Yakışıksız davranışlardan ve uygunsuz işlerden kaçınmak, kınanma, ayıplanma kuşkusuyla bir şeyi yapmaktan ya da yapmamaktan sıkılmak. 6. Cömert olma Bilgisini ehlinden esirgememek, bilgisinden layık olanı yararlandırmak, bunu ibadetin bir gereği olarak algılamak ve bu yolla insanın kendisini arı kılmasıdır. 7. Bilim öğrenme Tarikat yolunda gönül yoluyla önce kendini, sonra kendi özünde Tanrı’yı bulmak, sezgisel aklını kullanarak kesin bilgiye ulaşmaktır. 8. Gösterişsiz yaşama, miskinlik Kişinin kendisine hiçbir varlık tanımaması, teslim olması, uzlaşması, yola, yolun kurallarına tam olarak uyması ve bağlanmasıdır. 9. Arif olma (marifet/hüner) Tanrı’nın gönül bilgisi, duyarlığı, derinliği yoluyla kendi özüyle bütünleşmesine izin verdiği ve bu yolla kendi yüce varlığını görebilmesi lütfunu sağladığı, kendi özünü tanıma tadının zevkini verdiği biçimindeki yüksek olgunluk aşamasına ulaşmasıdır. 10. Özünü bilme Son amacını “alem- i ekber”de bulan ve küçük evren olarak algılanan insanı tanımak, bu yolla son amacını “alem- i asgar”da bulan ve büyük evren olarak algılanan alemin farkına varmak, bu bağlamda Tanrı’nın bütün sıfatlarının insanda ortaya çıktığının ayırımına ermektir.[1] Marifet Kapısı'nın tasavvuftaki yeri Horasan Melametîliği, Şeriat, Tarikat Kapısı, Hakikat Kapısı, ve Marifetullah Dört durak; Birinci Durak: Şeriat; İkinci Durak: Tarikât Kapısı'ndan geçilerek içine girilen "Tarikât"; Üçüncü Durak: Hakikât Kapısı'ndan geçilerek varılan "Hakikât"; Dördüncü durak olan görünemeyen ama tasavvur edilen Gnostisizm ise Mârifet Kapısı'ndan geçmek suretiyle erişilebilen Hakikât Bölgesi'nin tam merkezinde yer alan ve Dört Durağında da Öz/Cevheri'ni teşkil eden Mârifetullâh (İrfân/Gnosis)'tır. Hakikat Kapısı, Alevîlik'te hakikat demek doğrudan Tanrı vergisi olarak kalbe, gönülde doğan anlam, sezgi ve bilgi demektir. İlham, yalnızca arınmış gönüllere iner. İlhamda aldanma ve yanılma olasılığı yoktur. Hakk’ı görme, tanrısal alemin gücü içerisinde erime, sonsuzlaşarak “bekalaşma” hakikat evresinde gerçekleşir. Kamil insan olma yolculuğunun sonuncusu ve yetkinliğe varma aşamasıdır. “Muhibler”le özdeşleşilir. Bu evrede Hakk’tan halka inilir, yararlı işler yapılır. Düşünce aktarımında son derece cesur ve kurulu düzenin kurallarını yıkıcı, dünyasal yaşamını kurallara alan her türlü baskıya karşı tepkici bir tutum sergilenir. Dört Kapı Kırk Makam inancında Hakikat kapısının makamları şunlardır: 1. Toprak (tûrab) olma Herkesin “ayak toprağı” anlamında alçak gönüllü olmak, Tanrı’dan gelen her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamak, Tanrı’nın hoşnutluğunu, onayını kazanmak, kendini yol kurallarına bırakmak ve teslimiyete ermektir. 2. Tüm insanları bir görme İnsanlar arasından din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmamak ve tüm insanların inançlarına hoşgörüyle bakmaktır. 3. Elinden geleni esirgememe Verici olmak. Elinden gelen bir hizmeti, yardımı vermekten, yapmaktan kaçınmamaktır. 4. Kimsenin ayıbını görmeme İnsanların iyi, yararlı ve üretici yanını yakalamak; insanların kusurlarını, ayıplarını örtücü olmak, onları büyütmekten, yaymaktan kaçınmaktır. 5. Tevhid anlayışında olma Bütün varlık türlerinin Tanrı’da “bir” olduğuna inanmak, Tanrı’dan başka varlık tanımamak, Tanrı’nın birliğine ve Ali’nin Tanrı’nın “veli”si olduğuna inanmak, Tanrı’nın görüntüsü durumundaki tüm canlı-cansız varlıkları sevmek ve bunu bir ibâdet olarak algılamaktır. 6. Vahdet-i Mevcut anlayışında olma Tanrı’ya yakın olmak, Tanrı’yla bir olmak ve Tanrı-Evren-İnsan üçlüsünden oluşan “Birliği” Tanrı olarak algılamaktır. Vahdet-i Vücut biçiminde görülen tasavvuf akımı, Alevîlik-Bektaşîlik’te “Vahdet-i Mevcut” biçimini almıştır. 7. Anlamı bilme, sırrı öğrenme Gönül sezgisi yoluyla duyular üstü bilgiye ulaşmak, marifete ermek; batın ve tarikat bilgisini özümsemek ve hakikate ermek; nefsin isteklerinden sıyrılıp derin düşünceye dalarak, “Tanrı evi” olarak tanımlanan gönülde ortaya çıkan örtülenmiş (gayb durumunda) şeylerin, yani Hakk’ın örtülediği ancak halka bildirmediği şeylerin ayrımına varmak, sırra ermek; ulaştığı anlamı, erdiği sırrı, ehil olmayandan sakınmaktır. 8. Seyrü sülüğünü tamamlama Seyru Süluk aşamaları sıralamasında son evre olarak benimsenen ve Tanrı’dan halka dönmek olarak algılanan “seyri anillah” (Tanrı’dan yolculuk) aşamasını tamamlayıp gerçekle gerçek olmaktır. 9. Gerçeği gizlememe Sohbette, muhabbette hakikat sırrını Hakk’tan halka taşımak; inançtan akla atlamak ve aklın öncülüğünde kamil toplumu yaratmaya koyulmaktır. 10. Münâcat ve müşahede Tanrısal sırları ve tecellileri seyretmek, bu yolla tanrısal alemi görmek; her an “Tanrı evi” olarak algılanan gönülde Tanrı ile söyleşide bulunmak; tarikat ulularını övmek ve onlara bağlılıklarını bildirmektir. Tarîkat Kapısı, Alevî-Bektaşîliğin yol kuralları, ilkeleri, töreleri bu aşamada öğrenilir. Kısaca yola girilir. “Zâhîdlik”le özdeşleşilir. Hakk yolu bulunmaya çalışılır. Bu evre, kamil insan olma sürecinde ikinci aşamadır. Eğitim ve aydınlanma olayı gerçekleşir. Dört Kapı Kırk Makam inancında Tarîkat Kapısı’nın makamları şunlardır Dört Kapı Kırk Makam 1. El alıp tövbe etme Bir mürşide bağlanmak, “ham ervahlık”tan ayrılıp olgun/ yetkin duruma gelmek, kötü ve günah işlerden uzak durmak, Hakk’tan halka inen bir toplum hizmetlisi durumuna gelmektir. 2. Mürit olma Mürşidin isteğine uymak, eğitim alma isteğinden olmak, düşünce ve davranış düzeyinde verilen eğitimi özümseyebilmek için içtenlikle çalışmaktır. 3. Saçını-sakalını kesme ve temiz giyinme Alevi-Bektaşilik’te cinsiyet farkı gözetilmez. “Saçını giderme”, “kadının dişiliği”nin “erkeğin kişiliği”nin ortadan kaldırılması olarak algılanan simgesel olarak “çar-darb” erkanından geçmektir. “Libas giymek”le de, Alevi-Bektaşilik’te kutsal görülen “taç”, “tennure”, “haydariye”, “kamberiye”, “kemer kuşanmak”, “teslim taşı” takmak gibi yola özgü giysi ve takıları takınmak, bu yolla ayıpları örtücü olmaktır. 4. İyilik yolunda savaşma En büyük düşman olarak görülen nefisle savaşıma girmek, “benlik”in geçici ve dünyasal isteklerine karşı koymaktır. Kişinin kendisiyle savaşını, kendi benliğini eğitmesini amaçlar. 5. Hizmetli olma Kendini insanların mutluluğuna adamak, bunun için her türlü özveriye katlanmaya hazır olmaktır. 6. Haksızlıktan korkma, çekinme Tanrı yolunda yürürken, gerçeğe kavuşurken yanlış bir adım atmaktan kaçınmak ve Tanrı’nın bir yansıması olarak algılanan doğaya, insana kötülük getirecek eylem ve davranışlardan sakınmaktır. 7. Umutsuzluğa düşmeme Kutsal gerçeğe bir gün kavuşulacağı umudunu taşımak, bunu hiçbir zaman yitirmemek, haklının haksızı yeneceğine inanmak, bu inancı sürekli canlı tutmak. 8. Hırka, zembil, makas, seccade; ibret alma ve hidayet etme Hırka alma; tanrısal niteliklere bürünmek, kutsallık kazanmaktır. Zembil alma; irfan arayıcısı olmak, evrenin gizlerini bilmek, kavramak, gönül yoluyla sezgisel olarak bilgi edinmektır. Makas alma; tanrısal ahlaka uymayan sünnet dışındaki yenilikleri bırakmak, birey/toplum katında ahlak dışılıklardan uzaklaşmaktır. Seccade; her zaman ve her yerde Tanrı tecellilerinin önünde olduğunu bilmek, tanrısal tecelli olarak algılanan şeye, insana büyük bir saygı ve sevgi beslemek, Tanrı sevgisini tecellisine aktararak aynı sevgiyi onda yaşamaktır. İbret alma; her şeyde Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu anlamak, “ben” özelliklerinden arındırılmış ve “ben” özelliklerinin katılımıyla beliren toplumsal bilinçte yaratıcılık görmektir. Hidayete ermekse; Hakk yoluna girmek ve tarîkatı benimsemektir. 9. Nimet dağıtma Toplumda makam, toplumsal çevre, söz sahibi, sevgi sahibi ve öğüt sahibi olmaktır. Makam sahibi olmak; ruhsal bakımdan belli bir olgunluk aşamasına ulaşmış olmaktır. Makam, tarîkat yolcusunun ruhsal bakımdan ulaştığı olgunluk evresini simgeler. Bu anlamda “post”u simgelemektedir. Cemiyet sahibi olmak; yola (tarîkata) girmek isteğinden olmaktır. Öğüt(nasihat) sahibi olmak; yol kurallarını, ilkelerini, törelerini anlatacak denli bilgi ve beceri sahibi olmaktır. Muhabbet sahibi olmaksa; Tanrı’ya, yol ulularına ya da yol uğrunda yapılan bir işe, eyleme, davranışa gönülden sevgi ve bağlılık duymak, bir sorunun tartışılıp değerlendirilmesi, bir sonuca bağlanması için “muhabbet meydanı” açmaktır. 10. Aşka erme, şevke erme, özünü fakir görme Aşka erme; tanrısal varlığı içten gelen bir eğilimle sevmek, sevilende kendini yok etmek, sevilenle bir olmak, seveni yok yalnızca sevileni var etmektir(aşık-maşuk). Şevke erme; Tanrı sevgisinden, tanrısal tecellilerden kaynaklanan coşkuyu duyumsamaktır. Özünü fakir görme: Tanrı uğruna dünyasal varlıklardan vaz geçmek, “ben”in geçici isteklerine kanmamak, büyüklük taslayarak tanrısal varlık karşısında bağımsız bir tutum takınmamaktır. İslâmiyet, Tarikât ve Sûfilik Kavramlar Abdal · Bekâ · Derviş · Evliya · Fakir · Fena · Fenafillah · Hakikat · Hakikat Kapısı · İhsan · Keramet · Keşf · Letâif · Marifet Kapısı · Marifetullah · Nûr · Ruh · Seyru Süluk · Silsile · Silsile-i saadat · Tarikat Kapısı · Nefs · Nefsi Tezkiye · Nefsi Emmare · Nefsi Levvame · Nefsi Mülhime · Nefsi Mutmainne · Nefsi Radiyye · Nefsi Marziyye · Nefsi Kamile · Vahdet-i Vücut · Vecd Uygulamalar Adak · Berat Kandili · Cem · Dua · Erbain · Esma'ul husna · İlâhî · Halvet · Kadir Gecesi · Kurban · Mevlit Kandili · Miraç Kandili · Murakabe · Namaz · Oruç · Regâib Kandili · Sema (Sufism) · Semah · Zikir Sufi tarikât listesi Alevî · Bâbâî · Bayramî · Bektaşî · Celâlî · Celvetî · Cerrahî · Ekberî · Galibî · Gümüşhanevî · Hâlidî · Halvetî · Haydarî · Hurûfî · Işıkî · Kadirî · Kalenderî · Melâmetî · Menzilî · Mevlevî · Nakşbendî · Ni'metullahî · Nursî · Rifa'î · Safevî · Sühreverdî · Süleymânî · Üveysî · Vefâî · Yesevî · Zahidî Erken dönem sufi mutasavvıflar ve mistikler Abdal Musa · Abdu’l-Hâlık Gûjdevânî · Abdullah Bosnevî · Abdullah Fa'izî ed-Dağıstanî · Abdullah-ı İlâhî · Abd ur-Rahman Câmî · Abdülgani Nablûsî · Abdülkâdir Geylânî · Abd ür-Rezzak Kaşan'î · Abdülkerim el-Cili · Afak Hoca · Afifüddin Tilimsânî · Ahi Evran · Ahmed er-Rifâ'î · Ahmed İbn Acibe · Akşemseddin · Ali Râmitenî · Ali Şîr Nevaî · Aziz Mahmud Hüdayî · Balım Sultan · Barak Baba · Bedî ûz-Zamân Said Nursî · Beyazid Bistâmî · Bıçakçı Ömer Sıkkinî · Börklüce Mustafa · Câ’bir bin Hayyân · Celâleddîn Rûmî · Cüneyd Bağdadi · Davud el-Kayseri · Demir Baba · Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî · Ebu'l-Bekâ Baba İlyas bin Ali el-Horasânî · Ebu’l Faruk Silistrevî · Ebû’l Hasan Kharakânî · Ebû İshâkzâde Mehmed Esad Efendi · Ebu'l Vefâ el-Bağdâdî · Ebû Yakûb Yûsuf Hamdanî · Emir Abdülkadir · Erzurumlu İbrahim Hakkı · Ferîdüddîn-i Attâr · Fudayl bin Iyad · Fuzûlî · Gül Baba · Hace Abdullah el-Ensari · Hacı Bayram Veli · Hacı Bektaş Veli · Hâfız-ı Şirâzî · Hâlidî Bağdâdî · Hallâc-ı Mansûr · Harabâtî Baba · Haydar Amuli · Hoca Ahmed Yesevî · Hüseyin Hilmi Işık · İbn ʿArabī · İbn Sevdekin · İbrahim Efendi · İmâm Câ’fer-i Sâdık · İmâm Gazâlî · İmâm Rabbânî · İsmail Hakkı Bursevî · Karaca Ahmet · Kâsım bin Muhammed · Kaygusuz Abdal · Kırımlı Selim Baba · Köstendilli Süleyman Şeyhi · Kul Himmet · Kutb’ûd-Dîn Haydar · Mahmud Şebüsterî · Mahtumkulu Firakî · Muhammed Nûr’ül Arabî · Muin’ed-Dîn Nâsır-ı Hüsrev · Müeyyidüddin el-Cendi · Nasreddin Hoca · Neccarzade Mustafa Rıza Efendi · Necmüddin Kübra · Niyâzî-i Mısrî · Nur Baba · Nûr'ed-Dîn Abdurrahman Camî · Nûr'ed-Dîn Cerrâhî · Ömer İmâdüddîn Nesîmî · Pir Sultan Abdal · Sâdî Şirâzî · Sadr’ed-Dîn Konevî · Safiyüddin İshak Erdebilî · Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî · Salmân-ı Fârisî · Sarı Saltuk · Sultân’ûl-Ulemâ Behâ’êd-Dîn-i Veled · Sultan Veled · Şahabeddin Sühreverdî · Şah-ı Nakşibend · Şah Ni'metullah-i Velî ''(Nûr'ed-Dîn Kirmanî)'' · Şems-î Tebrizî · Şeyh Bedreddin · Şeyh Edebali · Şeyh Galib · Tac'ed-Dîn Gilânî · Taptuk Emre · Ûveys bin Amir-î Karenî · Yunus Emre · Z'ûl-Nûn el-Mısrî Bazı çağdaş sufi mutasavvıflar Abdal Hakîm Murad · Ahmed Amiş Efendi · Ahmed Hulusi · Cemâlnur Sargut · Fethullah Gülen · Galip Hasan Kuşçuoğlu · Javad Nurbakhsh · Lütfi Filiz · Mevlânâ Nâzım El-Hâkkânî · Osman Nuri Topbaş · Ömer Tuğrul İnançer Sufilik çalışmaları Annemarie Schimmel · Frithjof Schuon · Henry Corbin · Ivan Aguéli · İdris Şah · Lex Hixon · Martin Lings · René Guénon · Robert Frager · Seyyid Hüseyin Nasr · Titus Burckhardt · William Chittick âdâb-ı bâtıne 1. Tezekkür-ü mevt, 2. Râbıta, 3. Huzur, 4. Vukûf-u kalbî, 5. Vukûf-u zikrî, 6. Vukûf-u adedî, 7. Bâz geşt. 1:Tezekkür-ü Mevt Ölümü hatırlamaktır. Sâlik olan kimsenin, güyâ sekerât-ı mevti, yâni canın bedenden çıkma zamanını ve yıkayıcının gasil ve tekfin hizmetini, tabuta konup namazının kılınmasını, götürüp kabre bırakmalarını; yalnız başına orda kalıp Münker ve Nekir denilen iki meleğin gelip sorgu sormalarını ve bu sûretle ehvâl-i kıyametten kurtulamyacağını tefekkür ve teyakkun ile; (Udde nefseke min ehlil-kubûr) [Nefsini kabir ehlinden, ölülerden say!] hadis-i şerifince, kendisinin ölülerden olduğunu ve bulunduğu yerin kabir olduğunu düşünmesidir. İşte bu tefekkür ve tahayyül, lâyıkıyla icrâ eden sâlikin nefsinin kırılması ve hevâ vü hevesinin kesilmesine en iyi bir yoldur. Peygamberimiz SAV Hazretleri de: (Eksirû zikra hâzımil-lezzâti) buyurmuşlardır ki, "Lezzetleri sizden kesip alan ölümü çok düşünün!" demektir. 2: Râbıta Mürşidi şahsen tahayyül etmektir. Yâni hayalinde zabt ve muhafaza etmektir. Bunun yolu, tevâzu ve meskenetle mürşidin şemâilini tahattur edip, gûyâ alnını alnına mukabil olarak hazine-i feyz olan iki kaşı arasına nazar ile ondan feyz taleb etmektir. İki kaş arası nûr-u Muhammedî'nin (SAV) durduğu yerdir. Orası mevzi-i feyz ve mehbıt-ı nurdur. Bu râbıta ve tahayyül sebebiyle, kalb zikre istidat kesbeder. Râbıtanın şer'an câiz ve lâzım olduğuna dair birçok edille olduğu gibi, Hazret-i Hàlid-i Bağdâdî Rahimehullah'ın bu hususta ayrıca bir eseri de vardır. Burada bu delillerden birkaçını zikr ile iktifa edeceğiz. Mâlûm ola ki, kemâl-i şühûda vusûlün husûlü, nûr-u telkîn ve keynûnet-i maas-sàdıkîn iledir. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Keriminde, estaîzü billâh: (Ve kûnû maas-sàdıkîn) [Sàdıklarla beraber olun!] buyurmuştur. Bu ise iki türlü olur; yâ sûrî, veya mânevî... Sûrî olan, ehl-i sıdk ile beraber ve onların meclisine devamla olur. Mânevî ise, münâsebet-i mâneviyye ile olur. Bundan kasd, kemâl-i muhabbettir. Muhabbet ise, kişinin sevdiği mahbubunu dâimâ gözünün önünde tahayyül etmesini, hatırında tutmasını iktizâ eder. (El-mer'ü mea men ehabbe) buna işarettir. Yâni, "Kişi dâimâ sevdiği kimse ile beraberdir." Feyz alma ve bereketlerin husûlü muhabbet miktarıncadır. Râbıta tarikatta şeyhine refik olmaktır. Çünkü, (Er-refîk sümmet-tarîk) [Önce arkadaş, sonra yol.] denilmiştir. Meşâyih-ı kirâmın da dedikleri gibi, sâlikteki sevgi bütün güç ve kuvvetiyle ve tam bir meyil ile olmalıdır. O şeyhini nefsi, ehl ü iyâli, mal ve mülkü ve her şeyi üzerine tercih ve ihtiyar ile, gizli ve âşikâr her hususta bütün emirlerine bilâ itiraz itaat edip ve yine de lâyıkıyla sevemedim diye af ve özür dilemelidir denilmiştir. (Meylüke ileş-şey'i bikülliyyetike sümme îsâruke alâ nefsike ve ehlike ve mâlike sümme müvâfakatüke fis-sirri vel-cehri sümme i'tizâruke bitaksîrike) İhyâ-i Ulûm ve Tercüme-i Mevâhib-i Ledünniyye kitaplarının muhabbetle ilgili bahislerinde târif budur. Bu tarîkatta râbıtasız sülûk çok müşkildir. Hak Sübhànehû ve Teàlâ; (Vebteğû ileyhil-vesîlete) [Allah'a yaklaşmaya vesîle arayın!] (Mâide: 35) buyurmuştur. Padişahlar huzuruna bile vasıtasız girmek müşkül olunca, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna girmek için vesîle biz-zarûre lâzımdır. Makàm-ı müşâhedeye varmış, sıfât-ı zâtiyye ile tahallûk eylemiş olan şeyhi kâmile mürîdin kalbindeki râbıta, zikre istîdat peyda eder. İhyâ-i Ulûm'un namaz bahsinde, namaz kılan kimse "Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû" derken, kalbine Efendimiz SAV Hazretleri'nin şemâilini getirip, ona hitâben huşû ile demek lâzım olduğu bildirilmiştir ki, bu da Nebî AS'a râbıta demektir. Hazret-i İbn-i Abbas RA'ın, Peygamberimiz SAV'in aynasına baktığı zaman, aynada kendini değil de Rasûlüllah SAV Efendimiz'i görmesi de bir rabıtadır ki, buna da râbıta-i fenâ denir. Her hal ve zamanda onun gözünün önünden Rasûl-ü Ekrem'in şemâilinin ayrılmaması, onda kendini yok (fânî) etmesiyle olur. Bu halin hepimizde de böyle olması iktizâ eder. Heyhat!.. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri de: "Râbıta, şeyhin sûretini Tarîkat-ı Aliyye'ce ma'lûm ve muayyen vech üzere hıfz etmekten ibarettir." demişlerdir. Zikir her ne kadar zâtında şerâfet ve fazl sahibi ise de, râbıta yolu mübtedîye zikirden ziyâde nâfîdir, faydalıdır. Zîrâ, mübtedî mürid alem-i süflîye mübtelâdır. Alem-i ulvî ile münasebeti yoktur. Feyz ve berekâtı vasıtasız olamaz. Onun için vasıtaya, vesîleye muhtaçtır. O vasıta öyle bir kâmil zâttır ki, alem-i ulvîden hisseyâb olmuş ve dâvet-i halk ve irşad için alem-i süflîye gönderilmiş ve indirilmiş ola. Bu münasebetle, alem-i gaybdan füyûzât alarak, alem-i süflî ile münasebeti dolayısıyla o füyûzâtı müsteid olan kimselere ve müridlerine îsâl eyleye... Seyyid Şerif KS, Şerh-i Mevâkıf'ında, evliyânın sûretlerinin müridlerine zuhur ve onlar da ol sûretten feyz ve nur aldıklarını beyan ile râbıtaya işaret buyurmuşlardır. Hàdimî Hazretleri de, Risâle-i Nakşıbendiyye'de, "Sâlik ya şemâil-i Nebî SAV'i veya şeyhinin sûretini tahayyül eylemelidir." diye tasrih eylemiştir. Sâlik-i mübtedî için bir mürşide taallûk mühimdir. Zîrâ mürşid Allah'ın emirlerini ve hakîkatleri bildirdiği için ve bu sıfatlarla muttasıf olduğundan, ona teveccüh etmek fenâ ve ve cezbeyi celb eder. Tasavvufta ise hakîkat-ı terk cezbesiz olmaz. Onun için mübtedî olan, mürşide taallûku nefyedip cezbe peşine düşer ve mürşidine muhabbet ve teveccühü terk eylerse, sülûkundan düşüp ifnâ ve terk zevkine vâsıl olamaz. Râbıtanın evveli tekellüfle elde edilir. Muhabbetteki aşkı ile, sonra da kendisinde fenâ fiş-şeyh hàsıl olur ki, bu fenâ fir-rasûl ve nihâyet fenâ fillâh'ın başlangıcıdır. Fenâ fillâhın zuhuru mümkün değildir ve olsa da çok müşküldür Bu sebeple müride lâzımdır ki, kendi iradesini şeyhinin iradesine tâbî kılıp, kendisini tamâmiyle ona ısmarlayıp, onun sohbetinde gassâlin elindeki ölü gibi ola... Bu hal her tarikatta lâzımdır. Bâhusus Nakşıbendiyye Tarikatı'nda ifâza ve istifâza, yâni feyz vermek ve feyz almak, aynanın yaptığı akis gibidir ve eSAVı sohbet üzeredir. Binâen aleyh, şeyhle münasebet ne kadar çok olursa, te'sîr-i sohbet ve fâide de o kadardır. Eğer bir kimse Uveysî olup da, pîr-i zâhire muhtaç olmayarak inâyet-i ilâhiyye ile ehl-i kemâl olur ve bir şeyhte fenâ olmadan Hak'ta fânî olması mümkünse de, bunlar kibrît-i ahmer gibi pek nâdirattandır. (En-nâdiru kel-ma'dûm) dedikleri gibi yok hükmündedir. Nisbet-i râbıta ki, hıfz-ı sûret-i şeyhtir; mürîde zikirden ziyâre nâfîdir. Bunun galebe ve devamı, mürîde nîmet-i uzmâdır ki, gûyâ dâimâ huzurdadır ve şeyhinden kolaylıkla feyz alabilir. Bu da mürşid ile münâsebet-i tâmmeyi temin eder. Bununla beraber mürşidin huzuru başka şekillerde de olabilir. Kemâle ulaşamayan müridlere râbıta ve huzur-u mürşid lâzım ve muteberdir ve çaresiz sohbet lâzımdır, terk olunmaz. Müridin yalnız râbıta ile iktifâ etmesi hatâdır. Ashàb-ı güzîn --rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn-- hazerâtı, muhabbet ve huzur-u Rasûlüllah'ta bulunmaları devleti ile ashab oldular ve derecât-ı âliyyeye eriştiler. Uveys-i Karânî Hazretleri, her ne kadar mânen Rasûlüllah'tan ahz-ı feyz eyledi ise de, şeref-i sohbet ile müşerref olamadığı için, ashab zümresine dahil olamayıp zümre-i tabiînden oldu. Sûret-i şeyh ayn-ı şeyh değildir ve şeyhten müstağni eylemez. Sohbet-i şeyhte olan feyz, sûretinde yoktur. Her ne kadar şeyhten uzaklık mânevî yakınlığa mânî değilse de, imdi zâkir olan sâlikin kötü ve fenâ hatıralardan ve tabiatı iktizası çirkin huylardan halâs olmasının en kolay tarafı ve faydalısı, şeyhinin himmet-i bâtınesinden istimdâd edip, onu teveccühüne kıble kılmasıdır. Zîrâ kendisini Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya teveccühten aciz bilip, mürşidini vesîle-i teveccüh eylemek, netice husûlüne daha yakındır. Eğer şeyhin sûreti esnâ-yı zikirde tekellüfsüz zâhir olursa, onu da kalbinde hıfzettiği halde zikre devam edilmesi, hale münasib olur. Eğer râbıta esnasında mürîde bir sekir ve gaybûbet, yâni kendinden geçme gibi bir hal olursa, o zaman sûrete iltifatı terkedip, bütün kuvvetiyle ve varlığıyla o hale müteveccih ola. Bu gibi mâsivâdan gaybûbet zamanına, vüsûl ve şühûd tâbir ederler. Sâlikin şeyhine olan râbıtasına münasebet peydâ etmesi, şeyhine muhabbet ve hizmetle, zâhiren ve bâtınen onun âdâbına riâyetle olur. Nisbet-i râbıta galebe eylediğinde, kendini şeyhin aynı ve onun libâs ve sıfatı ile mevsuf bulur. Her neye baksa, sûret-i şeyhi görür. Bu hususta en büyük ve en mühim şart, şeyhinin kâmil ve mükemmil olmasıdır. Sâlikteki fütur, tenbellik ve gevşekliğin en ziyâdesi, sülûk ve cezbeyi tamam etmeden şeyhlik makamına oturan şeyh-i nâkıstan izin almaktır ki, tàlibine onun sohbeti semm,i katildir. Bu vücudu değil ruhu öldüren bir zehirdir. Ruhsuz vücudun ne demek olduğu herkesçe mâlûmdur ve tàlibin istîdadını söndüren bir maraz-ı mühliktir. 3: Huzur Mâsivâyı terktir. Husûsiyle mâsivâ cümlesinden olan dünya muhabbeti, efrâd-ı mü'minînden her birinin kalbinden çıkmış olmalıdır. Zîrâ, (Hubbüd-dünyâ re'sü külli hatîetin) [Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.] vârid olmuştur. Sülûke gelince, bütün mâsivâyı terk etmek iktizâ eder. Tâ ki, kendisinde fenâ-yı kalb hàsıl ola... Fenâ-yı kalb tâbir ettikleri şol şeydir ki, Hak Celle ve A'lâ'dan gayrisini dil ve gönülden selb ede, öyle ki eğer tekellüf ile Hak'dan gayrisini hatırlatmağa çalışsa, kat'iyyen hatırına gelmeye... Bu hal etvâr-ı velâyette ilk adımdır ve bu huzur ihsân ile mûteberdir. İhsân kelimesini; (El-ihsânü en ta'büdallàhe keenneke terâhü, fein lem tekin terâhü feinnehû yerâke) hadis-i şerifi açıklamaktadır. Mânâsı: "İhsân, Allah-u Teàlâ'yı görür gibi ibadet etmendir. Sen her ne kadar Cenâb-ı Hakk'ı görmezsen de, Allah-u Teàlâ seni görür." demek olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın gördüğünü tefekkürle huşû ve hudûüzere bulunmalıdır ki, huzur odur. Mâlûm ola ki, din ile dünyanın cem'i, zıtların cem'i kàbilindendir. Yâni birbirine zıttır. İki zıddın ictimâı ise mümkün değildir. Ateşle su, ateşle barut gibi. Bu sebepten ahirete tàlib olana dünyayı terk muhakkak lâzımdır. Lâkin zamanımızda, dünyayı terk pek de kolay değildir. Bizzarûre hükmen terk iktizâ etmektedir. Hükmen terk demek, dünya işlerinde şeriat-i garrânın hükmü muktezâsınca hareket edip, yeme, içme, giyme ve meskende hudûd-u şer'iyyeye riâyet etmek demektir. O hududu tecâvüze tecviz ve müsaade edilmeye... Malının zekâtına ve sâir hukûkullah ve hukûk-u nâsa riayet edile... Ahkâm-ı şer'iyye ile amel olundukta, mazarrat-ı dünyadan kurtulunur, ahiret nimetleriyle cem olunur. Ahkâm-ı şer'iyyeye riayet edilmezse, bahsimizden hariçtir, münafık hükmündedir. Sûretâ iman ahirette ona faydalı olmaz. Nakşıbend Muhammed Bahâeddîn Hazretleri'nin, "Bizim kısmetimiz mâsivâyı nefy etmektir." buyurmaları, mâsivâ ile taallûku ve onun maksudiyetini, ve belki mâsivâya olan şuhûd ve şuuru nefiydir. Tarîk-ı Nakşıbendiyye'de şart olan fenâ ve tevhîd-i şuhûdînin hàsılı budur. Mâsivâ hakîkaten gerek mevcut olsun veya olmasın, nefy-i vücûd-u mâsivha eylemek için tevhîd-i vücûdî, yâni vahdet-i vücud hiç lâzım değildir. Zîrâ bu tarîk ekâbîrinin nefy,i vücud ile işi yoktur. Tevhîd-i şuhûdî lâzımdır ki, menâzil-i kurbe vâsıl olmak ona kâfîdir. Gerektir ki, sâlikin basîretinde mâsivâdan nam ve nişan kalmaya ve mâsivâya olan taallûk-u ilmî ve hubbî yok olup, Bârîgâh-ı Kudse, Hakk'a yol bula... 4: Vukûf-u Kalbî Meşâyih-ı kirâm bunu, her biri bir türlü tâbir etmişlerdir ki, ekseri sâlik-i müntehî kârıdır. Mübtedîye göre vukûf-u kalbî; sâlik cemî havvasıyla müteveccih olup, her türlü eşya mülâhazasından ve hatırından çıkmış olduğu halde, nazar-i ilâhî kendisini her cihetten muhit olduğunu düşünerek, kendini de nazar-ı ilâhîde muhât kılmak ve bu mülâhaza üzerine müstemir olmaktır. Zîrâ bu mülâhazada devam, nazar-ı ilâhî tahtında kendini o derece ufaltır ki, tedricen vücudundan eser kalmaz. O halde; (Küllü şey'in hâlikün illâ vecheh) [O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır.] (KaSAV: 88) ayet-i kerimesinin sırrı zuhur eder. Bu surette vücud-u imkânîsi fenâ bularak, gerek vücudunda ve gerek sâir eşyada vücûd-u Hak'tan gayriyi, yâni Hak'tan başkasını müşâhede edemeyip, maksad-ı aksâ ve matlab-ı a'lâya; yâni: (Mûtû kable en temûtû) "Ölmezden evvel ölünüz!" sırrına vâsıl olur. Böylece nefsini kırma, hevâsını yok etme sûretiyle cihad-ı ekber ederek, yâni nefsiyle büyük mücâdele ederek, Ölmezden evvel ölünüz!" sırrına vâsıl olanlar, estaizü billâh: (Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ, bel ahyâün inde rabbihim yürzekûn.) [Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler, Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.] (Âl-i İmran: 169) ayet-i kerimesi mûcebince, erzâk-ı mâneviyye --ki, maarif ve hakàyık nurlarının parlayışı ve ind-i ilâhîdeki yakınlık ve keramettir-- ile merzuk ve ferah içerisinde oldukları halde, ebedî hayata nâil olurlar. Tarîkat-ı Aliyye'de vukûf-u kalbî böyle büyük bir eSAV olduğu için, sâdât-ı kiramdan bazıları, eğer sâlik, yânı zâkir Hakk'ı zikirden müteessir olmazsa, onu mücerred ve yalnız vukûf-u kalbî ile memur ederlerdi. Çünkü gönül sahibi kendi kalbine müteveccih oldukta, gûyâ kalbinin etrafına o teveccühten gayet kuvvetli bir kale peydâ olup, alemin haberlerinin ve vesveselerinin kalbe vusûlüne mânî olur. Bu sırada gönül maksad-ı aksâya, yâni asıl maksad olan Hakk'a bağlanır. Zîrâ kalb, hiçbir vakitte meşguliyetsiz kalmaz. Ne zaman ki meşguliyettenmen oluna, ozaman maksada, yâni Hakk'a teveccühten başka çaresi yoktur. Kalb gerçi şurette bir et parçası ise de, lâkin bu et parçası nâçiz, itibarsız ve kıymetsiz maddî bir uzuv olduğundan, hayalinde sûret,i kalbe yer verilmeye ki, maksud olan kalble teveccühtür, kalbin sûretini tasvir değildir. kalb bir cevher-i nefîstir ki, alem-i halkın esrar hazineleri ve alem-i emrin incelik ve gizlilikleri onda saklıdır. Alem-i halk, bulunduğumuz alemdir. Alem-i emr ise, melekût ve ceberût alemleridir. Bu vukûf-u kalbîde hiç olmazsa 15 dakika miktarı durulmalıdır. Bu müddet ne kadar uzatılırsa, o kadar yakınlık ve istidat hasıl olur. Tarikat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye'de bu vukuf her taatte lâzımdır. belki her bir halde iktizâ eder. Ayakta, otururken, yatarken, hattâ helâya gittikte ve hattâ münâsebet-i cinsiyyede dahi terk edilmemelidir. (Ellezîne yezkürûnallàhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cünûbihim) [Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken (her vakit) Allah'ı zikrederler.] (Âl-i İmran: 191) ayet-i kerimesi buna işarettir. Vukûf-u kalbînin asıl Türkçesi, gönül Hak Sübhànehû ve Teàlâ'dan âgâh ve uyanık olmaktan ibarettir. Esnâ-i zikirde mezkûrdan, yâni zikrolunandan âgâh olup, gönlü mezkûra bağlamak şarttır. Zîrâ, zâhirde vücudun kıblesi Kâbe olduğu gibi, can ve gönlün kıblesi de kalbdir. 5: Vukûf-u Zikrî Zikre vâkıf olmaktır ki, mâsivâdan hâlî olduğu halde kalbine ism-i celâli, yâni "Allah" lafzını nakşedip; mânâ cihetinden zikir, zikrolunanı hatırlamaya vesîle olduğundan, isimden müsemmâya, yâni Allah'ın isminden Allah'a rücû ve intikal ederek, zâtının benzeri, nâziri ve eşi olmadığnı, noksan sıfatlardan münezzeh ve müberrâ olduğunu tefekkür ile zikretmektir. Zîrâ kalbinde mâsivâ (Hak'tan gayri şeyler) olduğu halde zikreden zâkirin hasmı Allah'tır. (Men kàlellàhe ve fî kalbihî allàh, femuînühû fid-dâreyni allàh; ve men kàlellàhe ve fî kalbihî gayrullàh, fehasmühû fid-dâreyni Allàh.) "Her kim diliyle Allah der de, kalbinde de Allah bulunursa, onun iki cihanda yardımcısı Allah'tır. Yine her kim lishanıyla Allah der de, kalbinde Allah'tan gayri bulunursa, iki cihanda onun hasmı Allah'tır." Yâni kalbi Allah'ın rızasından gayri şeylerle meşgul ise, onun diliyle yaptığı zikrin bir faydası olamaz. Zikr-i kalbîye çok devam edilmelidir. Bu şartla huzur edebinde anlatıldığı gibi, zikir ve huzur gönle öyle meleke olur ki, onu gönülden zorla çıkarmak bile mümkün olmaz. Mâsivâ denilen, Allah'tan gayri ve onun rızasına muhalif olan her şey gönülden çıkarıla ve orada Hak Sübhànehû'dan gayri hiç murad ve maksud kalmaya... Allah lafz-ı mübârekinin mânâsını mülâhazada hiçbir sıfatı ona munzam kılınmaya, yâni ona karıştırılmaya ve eklenmeye... Hiçbir sıfat denilmesinden maksad, Esmâ-i Hüsnâ'da mâlûm olan diğer sıfatları da, Allah ism-i şerifiyle birlikte bulundurmaya... Yalnız Allah diye ve ondan başka bir şeyle meşgul olmaya... Onda dura, onun hàzır ve nâzır olmasını dahi mülâhaza eylemeye ve düşünmeye... 6: Vukûf-u Adedî Esnâ-i zikirde zikrin sayısından haberdar olmaktır. bu da yalnız havâtırı toplamak içindir ki, sâlikin zâkirin tereddüdü yalnız zikrin sayısında kalıp, sâir meşguliyetlerden halâs ola... Namazdaki tesbihlerde 33 adedine riâyet bu sebepten mesnundur. 7: Bâz Geşt Zikir esnasında, (İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî) demek de lâzımdır. Mânâsı: "Ey benim Allahım! Maksudum sensin ve matlubum senin rızâ-yı şerifindir." demektir. Bundan maksad, tashîh-i niyyettir. Yalnız dil ile söylemek kâfî değildir; kalben ve ceseden başka talebi olmayıp, ancak rızâ-yı ilâhîye rağbetli olmaktır. Zîrâ sülûktan, tarikata girmekten ve zikirden maksad ve matlab, ancak rızâ-yı ilâhîdir. Hazret-i Gavs-i A'zam Abdülkàdir-i Geylânî KS'nun, Elâfezhedanil-ekvânifeksıd, Rıdà rabbil-verâ mevlel-mevâlî buyurmaları buna nâzırdır ki, rızâ-yı Rabbânî ancak kevnden, yâni mâsivâdan (Hak'tan gayrisinden) i'raz ve zühd olduğunu beyandır. Zîrâ sûfîye sülûk esnasında zuhur eden haller, cezbeler, ilimler ve irfanlar maksad-ı aslîden değildir. Belki evham ve hayâlâttır ki, tarikattaki çocuklar, yâni mübtedîler bunlarla terbiye olunurlar. Bunların hepsinden geçip, makàmât-ı sülûk ve cezbenin nihayeti olan ihlhasın tahsilinden başka bir şey değildir. Efkârı kısa olanlar ef'al, ahvâl ve mevâcidi maksaddan addederler. müşâhedeleri ve tecelliyatlarına bakıp, matlab işte budur zannederler. Şüphesiz bunlar vehim ve hayâlat zindanlarına giriftar olup, kemâl-i şeriatten mahrum olurlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

https://twitter.com/kanaryamfenerli