1 Mart 2016 Salı

ETİMOLOJİ KİMLİK KİŞİSEL-HALK KÖKEN VENÜS HAREKET DÜZENSİZLİKLERİ UYKU FELCİ-KARABASAN

https://twitter.com/kanaryamfenerli /\/\____________/\/\_____________ KANARYAM █▓▒░▒▓█ FENERLİ ¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯ Köken bilimi veya etimoloji (Antik Yunan dili ἡ ἐτυμολογία - hē etymología), bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve bunun bir gereği olarak o dilin diğer dillerle ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştırır. Bir başka tabirle köken bilimi, bir kelimenin ya da dildeki benzer bir kullanımın gelişme sürecinin ilk ortaya çıkışından itibaren izlenmesi, hangi dillerde ne şekilde yayıldığının tespit ederek parça ya da bileşenlerinin analiz edilmesi bilimidir. Etimoloji kelimesi de asıl, hakiki, gerçek anlamındaki ὁ ἔτυμος (ho étymos) ile söz, kelime anlamındaki λόγος / lógos kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Eskiden kullanılan ve Arapça kökenli olan ismi ise iştikak ilmidir. Köken bilimi uzmanlarına etimolog, köken bilimci veya iştikakçı denir. Ayrıca, etimologlar artık hakkında doğrudan bilgi edinilemeyecek ölü diller hakkında, kalıntı ve bulguları takip ederek çeşitli sonuçlar çıkartırlar. İlgili dillerdeki kelimeleri karşılaştırarak ortak ana dil hakkında daha fazla bilgi elde edilebilir. Bir sözcüğün en eski, kaynak şekline etymon (τὸ ἔτυμον) denmektedir. Köken bilimindeki temel düşünceler Sözcüklerin ezici çoğunluğu bir dilde varolan köklerden o dilin geçerli morfoloji (yapı bilimi) kurallarına göre türetilir, veya o dilin kültürel temas içinde olduğu başka bir dilden ödünç alınır. Bu iki genel kategori dışında, kendine özgü ayrı bir morfolojik sisteme tabi olan yansıma sesler (onomatopeler), tüm dillerde ortak bir yapı sergileyen bebek sözcükleri (infantilism, Almanca Lallwort, İngilizce nursery word, mama and papa, Fransızca language de bébé), ünlemler, cins adı veya sıfat veya fiil olarak kullanılan özel adlar ve ticari markalar mevcuttur. 20. yüzyılda yazılı biçimlerden genel dile geçen kısaltmalar ve akronimler de ayrı bir sözcük grubu olarak ortaya çıkmıştır. Her dilin ses sistemi (fonoloji) zaman içinde değişime uğrar. Buna paralel olarak sözcüklerin telaffuzu ve bazen yazımı değişir. Yazım daima telaffuzdan daha muhafazakârdır; yani telaffuz yazımdan daha hızlı değişir. Ses değişimleri genel ve istisnasızdır, yani aynı anda bir dildeki tüm sözcükleri aynı şekilde etkiler. Ses değişimi, sesin sözcüğün başında, ortasında veya sonunda, vurgulu veya vurgusuz hecede bulunmasına, ve bitişik seslerin niteliğine bağlı olarak farklılık gösterebilir. Ses değişimi genellikle bir kuşak, yani ortalama otuz yıl içinde gerçekleşir. Bir dilden diğer dile aktarılan sözcükler, ses değişimine uğrayarak alıcı dilin fonetik sistemine uyarlanırlar. Ses değişim kuralları genel ve istisnasızdır, ancak dilden dile değişir ve zaman içinde değişikliğe uğrar. Belli bir tarihi dönemde belli bir dilden diğerine aktarılan tüm kelimeler aynı ses değişim kurallarına uyar. Fonetik bozunumlar (assimilasyon, dissimilasyon, metatez, jeminasyon vd.), insan hançeresinin yapısından kaynaklanır ve belli ses çiftlerini içeren sözcükleri etkiler. Bozunum biçimleri evrenseldir; yani tüm dillerde benzer biçimlerde ve oranlarda ortaya çıkar. Genel ve kanıtlanmış ses değişim kurallarına göre açıklanamayan biçim değişimleri etimolojik açıdan geçersizdir ya da en azından şüphe ile karşılanmalıdır. İki dil arasındaki temas belirli bir kültürel ortamda gerçekleşir. Belli bir tarihi dönemde, bir dil diğerinden belli sosyal ve kültürel niteliklere sahip kelimeleri alır. Alıntı genel kural olarak yüksek prestije sahip dilden düşük prestijli dile doğru gerçekleşir. Düşük prestijli dilden yüksek prestijli dile ancak argo ve avam sözcükler, veya ender olarak, düşük prestijli dili konuşan topluma ait töre, nesne ve özellikleri ifade eden sözcükler alınır. Kimlik, sosyal psikolojide kendi gözünde ve başkalarının gözünde ne olduğundur. Bu terim psikolojide ve sosyolojide gelişme göstermiş, ayrıca biyoloji ve felsefe ile de ilgilenmiştir. Psikolojideki kimlik Eric Ericson kimliği bir çeşit uyum olarak düşünmüştür. İnsanın kimliği bir öznellik hissi ile oluşur ve bir kişisel bütünlüktür. Devamlılığı vardır. Psikanalizde kimlik kesintili bir yapı ve farklılıklar arası çatışmadır. (Ben, sen, o...) Jean Piaget ise sosyalleşme üzerinde durur. İnsan sosyal olguları içselleştirerek kimliğini oluşturur. Bu olgulardan en önemlisi dildir. Mesela cinsel kimlik oluşurken, çocuğun kız ya da erkek olması ona aynı zamanda bir rol kazandırır. Yani hem bir biyolojik farklılık hem de bir kültürel farklılık vardır. Sosyolojideki kimlik Sosyolojideki kimlik ortaklaşa olan ile kişisel olan, toplumun oluşturduğu ile kişinin oluşturduğu arasındaki ilişkiye odaklanmıştır. Yani insanın bulunduğu statü gibi toplum tarafından belirlenen kimlikle insanın kendi oluşturduğu seçtiği kimlikler birbirinden farklıdır. Bu durumda bireysel kimlikle sosyal kimliği birbirinden ayırmak gerekir. Bireysel kimlik Değişken bir kimlik türüdür çünkü kişinin kendisi bu kimliği oluşturur. Çeşitliliklere ve farklılıklara açıktır. Sosyal kimlik Dışarıdan gelen öznelerle oluşabilir. Bir gruba üye insanlarla paylaşılan bir kimlik türüdür. Kişisel kimlik, herhangi bir bireyin hangi koşullar ve durumlar dahilinde bir ‘kişi’ sayılabileceğini, 'kişi kimliğine' sahip olabileceğini konu alan felsefî meseledir. Kökeni çok eskiye dayanan bu ontolojik mesele, biyoloji ve psikoloji gibi çeşitli bilimlerde kaydedilen önemli gelişmelerle çok farklı açılar edinmiştir. 'Kişi olmanın' aslında 'ne olduğunun' ve 'neyin (veya kimin)' 'kişi sayılabileceği' farklı felsefî ve dinî öğretilerde farklı şekillerde ele alınmıştır. Kişi kavramı, kimlik, özellikle çağdaş etik sorunlarında çok önemli bir yere sahiptir. Kürtaj, ötanazi gibi uygulamaların ahlâkî yönünü tartışan kuram ve çalışmalarda kişi kavramı temellerden birini oluşturmaktadır. Bu sebeple, kişisel kimlik son zamanlarda özellikle filozoflar, ahlâkbilimciler ve hekimler tarafından daha çok tıbbî etik meseleleriyle ilişkili olarak araştırılmış ve işlenmiştir. Bu maddede genel anlamda farklı 'kimlik' kuramları, inanışları ve hipotezleri ele alınır. Organizma olarak kişi--Kimlik olarak organizma Kişi, kişisel kimlik kavramlarının temeline 'insan organizması' görüşünü koyan yaklaşımdır. Burada kişi insana eşittir ki, insan biyolojik açıdan bir organizma, bir canlı türünün üyesi olarak ele alınmaktadır. Kişi olmanın temelinde insan olmak yattığı için bu durumda ruh veya bilinç (veyahut özbilinç) gibi kavramlar ikinci plandadır veya kişisel kimlik kavramına dahil edilmez. Bu görüş kaba biçimde "insan türü olan Homo sapiens’e mensup her organizma kişidir" olarak ele alınabilir. Bununla birlikte bu görüşün de kendi içinde farklı gruplara ayrılması muhtemeldir. Diğer kimlik görüşlerine olduğu gibi organizma olarak kişi görüşüne de farklı şekilde eleştiriler gelmiştir. Bunlardan en önemlisi ve birincili, biyolojik bir tanım olan insan türüne ait bir birey olmanın canlıyı mutlak olarak kişi yapamayacağı, kişisel kimliğin biyoloji biliminin tanımından daha ötesi olması gerektiği yönünde ve aynı şekilde bunun insan türü dışı herhangi bir akıllı varlığı kişi olarak görmemeye yol açacağı, farklı bir açıdan ayrımcı olabileceği yönündedir. Yok eğer, kişi olmak için insan türünün üyesi bir organizma olma şartının olmadığı savunuluyorsa bunun da bakterilerden balinalara kadar çok çeşitli canlıları da 'kişi' tanımı altında toplayacağı ve böylece sorun yaratabileceği öne sürülmüştür. Bunların dışında, felsefî metinlerde yer alan sık eleştirilerden birisi de organizma olarak kişi görüşünün tek-yumurta ikizleri (monozigotik ikizler) üzerinden ulaşılan çeşitli argümanlara karşı koyamayacağıdır. Bunun en ünlü örnekleri yapışık tek yumurta ikizleri olmuştur. Zigot eğer bir insan organizması ise, bölünme sonucu iki farklı embriyonun oluşumuna yol açtığında, birincil zigota ne olmuştur? Bir organizma olarak ilk merhaledeki zigot ölmüş müdür? Oluşan iki embriyo ile ilk merhaledeki zigot aynı kişiler midir? Bu ve benzeri argümanların yanı sıra, yine yapışık ikizlik durumundan ortaya çıkan farklı bir argüman daha vardır ki bu disefali durumudur. Disefali, iki kafaya sahip olmak anlamına gelir ve çoğunlukla boyundan aşağısı tek bir vücutken, iki başa (çoğu kez iki farklı boyna da) sahip olan yapışık ikiz durumlarını tanımlamakta kullanılır. Bu durumda iki farklı bilinç ve özbilinç gelişirken, her bir ikiz kendisini, kimliğini tanımlayabilirken, ortada bir vücut ve aynı genetik yapı vardır. Buna göre bu argümanda şu tip sorular sorulur: burada aynı bedeni paylaşan iki organizma mı vardır? Yoksa bir organizmada iki farklı bilinç mi gelişmiştir? Bu durumda kişi organizmaya eşitse, ikizler sadece tek bir kişi midirler? Zihin olarak kişi--Kimlik olarak zihin Zihnin ve zihinle ilgili farklı kavramların kimlik ile ilişkilendirilmesi çok eskiye dayanan bir gelenektir. Descartes'in ikici ruh kavramında dahi, ruhun kendisi düşünen şey olarak yorumlanıp, düşüncenin, zihnin kaynağı olarak görüldüğü için kimlik olgusunda zihne, bilince ve düşünmeye çok fazla vurgu vardır. Bununla birlikte herhangi bir başka kişisel kimlik tanımlaması barındırmadan (örneğin bir ruh görüşü barındırmadan), salt zihnin veya salt zihnin belirli bir özelliğinin (örneğin bilincin) kişi olduğu (ve kişisel kimliğin belirleyicisi olduğu) fikri çok eskiye dayanmaz denilebilir. Özellikle felsefe çevrelerinde yaygınlık kazanmış olan bu görüş dile getirildiğinde akla gelen isimlerden biri de ünlü İngiliz filozof John Locke'dir. John Locke bilinci temel almış ve kişisel kimliği bilinç ile betimlemiştir. Kişisel kimliğin bilinç ile bu şekilde açık ilk betimlemesini Locke yapmıştır. Nitekim modern anlamda kullanılan bilinç kavramını da ilk kullanan yine, aynı metinlerinde, Locke'dir. Zihinle kişisel kimliği özdeşleştiren yaklaşımlar, psikolojik yaklaşımlar olarak da ele alınmıştır. Psikolojik yaklaşımların çoğunluğu şu şekilde kısaca özetlenebilir: "birey devam eden (süregelen) ve birbiriyle örtüşen (kesişen) psikolojik bağlantılara sahip olduğu sürece kişidir, kendisidir". Bununla birlikte her farklı psikolojik-zihin bazlı yaklaşım, felsefî anlamda farklı öğeler, argümanlar ve zihin felsefesi bazında farklı yaklaşımlar da içerdiğinden, gerek uygulamalı etik, gerekse mantıksal sonuçları açısından birbirinden farklıdır. Çağdaş birçok düşünür kişisel kimliği zihin ile tanımlamış ve farklı kuramlar geliştirmişlerdir. Örneğin bunlardan bir tanesi Jeff McMahan'ın embodied mind account yani "vücutlaşmış zihin yaklaşımı"dır(McMahan, 2002). Bu düşünce de, kişi beyninin fonksiyonel olarak bilincinin farkında olmasını sağlayan kısımlarıdır; bu kısımlar kişiye kişisel kimliğini vermektedir. Bu açıdan bu yaklaşımda 3 ana temel vardır: fiziksel devamlılık ki bu beynin fiziksel devamlılığıdır, beynin aynı fiziksel maddeyi zaman içinde devamlı olarak barındırması veya maddedeki değişimin yavaşça, süreç şeklinde olmasıdır. fonksiyonel devamlılık ki bu beynin bilinci fark edebilme kapasitesini sürdürmesi, devam ettirmesi demektir. organizasyonal devamlılık (veya yapısal devamlılık) ki bu beynin temel fiziksel yapısının (organizasyonunun) aynı kalması veya sadece yavaşça bir süreç içinde zamanla değişmesidir(McMahan, 2002). Halk etimolojisi, çözümlenmesi zor yabancı gelen bilinmedik bir formdan daha bilindik yerli bir forma zaman içinde dönüşen ve etimolojik açıdan yanlış ve yakıştırma olan kelime ya da deyim[1][2][3][4][5][6]. Yabancı kelimeleri ses yapıları ve anlam unsurları bakımından değişikliğe uğratarak, onları eskisinden az çok farklı yeni birer ses ve anlam yapısına sokma olayıdır[7]. Adlandırma--Halk etimolojisi adı dünya dillerine ilk kez 1852 yılında Ernst Förstemann tarafından kullanılan Almanca Volksetymologie kelimesinden çevrilerek geçmiştir[8]. Örnekler-- Almancada Haiti'deki Taino dilinde hamáka kelimesinden dünya dillerine geçen hamak kelimesine Almancada 1529 yılında Hamaco ya da Hamach biçiminde rastlanırken yıllar içinde Hänge («asılı») ile Matte («hasır») kelimelerinden kurulu sanılarak Hängematte biçimine dönüşmüştür. Felemenkçe (hangmat) ile İsveççe (hängmatta) biçimleri de aynı şekildedir. İngilizcede İngilizcede kullanılan cockroach («hamam böceği») adı İspanyolca cucaracha kelimesinden geçmedir ve İngiliz halkı İspanyolcayı çözümleyemediği için etimolojik açılımını cock («horoz») ile roach («kızılgöz (Rutilus rutilus) balığı») biçiminde yakıştırır. Türkçede Halk, ana-dilinin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı kelimeleri gerek ses, gerekse anlam kaymalarına uğratarak Türkçeleştirmeye çalışır ve bu durum folklor ve filolojiyi birbirine kaynaştırır. Halk etimolojisi üzerine yapılan araştırmalar Batıda 19. yüzyılın ortalarına kadar uzamasına rağmen Türkçede sistematik olarak ele alınmamıştır. Tarihi kaynaklar olarak bilinen İbni Bibi, Müsameretü’l-ahbar, Âşıkpaşazâde Tarihi, Kitab-ı Cihannüma gibi eserlerde, vakfiyelerde, şer’iyye sicillerinde, bölge tarihlerinde, eski dil ve edebiyat metinlerinde, çeşitli nitelikteki sözlüklerde, seyahatnamelerde, yer adları üzerinde yapılan araştırmalarda ve halk arasında ve derlenmiş olan efsanelerde halk etimolojisini besleyen bol malzeme varsa da bu malzemeler sistematik olarak ele alınıp işlenmemiştir[9]. Evliya Çelebi Evliya Çelebi (1611 - 1682) tarafından 17. yüzyılda yazılan Seyahatname adlı 10 ciltlik gezi yazısı kitabında halk etimolojisi örnekleri bolca görülür. Evliya Çelebi en çok yer adlarının açıklamasını yaparken genellikle yerleşim yerinin adıyla tarihte yaşamış bir kişinin adı arasındaki ses benzerliğinden faydalanır. Bunun yanı sıra bazı yer adları etrafında bir olay, menkıbe anlatmak suretiyle yabancı adın kökenini izah etmeye çalışır[10]. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde İstanbul için "Kostantiniyye" adıyla birlikte birçok cildinde "İslambol" (اسلامبول) kelimesi de kullanılmıştır ve bu "İslambol" adı diğer adlardan daha yoğun bir kullanıma sahiptir[11]. Evliya Çelebi İslāmbol adının etimolojik açıklamasını anıñçün islāmı bol ismiyle müsemmā olup... biçiminde yapar[10]. Seyahatname'de İpsala'nın adını ibtidā ṣalā, Üsküdar'ı Eskidār, Bursa'yı Bulursa (< bulmak), Giresun'u Giresin (< girmek), Hereke (Heleke)'yi helāk yeri, Ankara'yı üzümü bol olduğundan Engüriyye yapması diğer bazı halk etimolojisi örnekleridir VENÜS HAREKETLERİ VE DÜZENSİZLİK Venüs'ün jeolojik geçmişinin incelenmesine paralel olarak, ayrıntılı bilgisayar simülasyonlarıyla, gezegen ikliminin son bir milyar yıllık tarihi, yeniden oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda, araştırmacılar, Venüs'te yoğun volkanik etkinliğin, büyük oranda iklim değişikliklerine yol açtığını görmüşlerdir. Venüs'teki iklim, Dünya'dakine benzese de, başka hiçbir gezegende görülmediği kadar, karmaşık ve değişkendir. Dünya ve Venüs, jeolojik ve atmosferik süreçlerin dinamik etkileşimleriyle yönetilen iklimlere sahipler. Dünya'dakine benzer kuvvetlerin, Venüs'te böylesine farklı sonuçlara yol açması, şaşırtıcıdır. Bu gezegen üzerinde yürütülen araştırmalar, iklim konusunda, bilim adamlarına, bazı önemli soruları yanıtlamak için yeni olanaklar sağladı. Örneğin, Dünya'nın iklimi çok mu özel? Gezegenimizin ikliminin, kararlığını bozmak için, insanoğlu ne kadarda çok çabalamaktadır. Günümüzde insanlık, hâkimiyet ve güç hırsıyla, giderek ürettiği atıklarının, Dünya iklimindeki etkileri dolayısıyla, kontrolsüz büyük bir deney yaşamaktadır. Güneş sistemindeki diğer gezegenlerin, iklim -atmosfer olayları ve akıbetleri, insan kaynaklı tahribatın, Dünya iklimini nereye götüreceği konusunda elbette bizleri aydınlatmalıdır. Dünya atmosferindeki ozon deliği, önemli bir konu haline gelmeden önce, bilim adamları, Venüs'ün üst atmosferinin, gizemli fotokimyasının sırlarını çözmeye çalışmaktaydı. Sonunda vardıkları sonuç şuydu: Klor gazı, Venüs'ün bulutlarının üstündeki serbest oksijen düzeyini azaltmaktadır. Venüs'teki bu sürecin aydınlatılması, Dünya'da da benzer bir sürece ışık tutmuştur. İnsanoğlunun üretim anlayışı ve kazanma hırsıyla ortaya çıkan klor fazlalığı, stratosferdeki ozon tabakasını yok etmektedir. Venüs'te, muhtemelen sınırlı bir bilginin ötesinde, levha tektoniği konusunda bir kanıt yoktur. Gezegenin, en azından yakın geçmişinde, geniş bazaltik lav ovalarının püskürmesiyle ve daha sonra da bunların üzerinde yanardağların oluşmasıyla, ısı transferi gerçekleşmiş görünüyor. Magellan aracının yaptığı araştırmanın en çarpıcı bulgularından birisi, gezegende çarpma kraterlerinin az olmasıdır. Çapı bir kilometreye kadar olan ve gezegene çarpması halinde, 15 kilometre genişliğinde kraterler açabilecek meteoridler, Venüs'ün atmosferini delip geçememektedir. Ama işin ilginç yanı, daha büyük çaplı kraterlerin de son derece az olmasıdır. İç Güneş Sistemindeki asteroid ve kuyruklu yıldızların gözlenen bolluğu ve Ay yüzeyindeki kraterlerin sayısı, Venüs'e çarpacak göktaşları konusunda bir fikir vermektedir. Bu ise her bir milyon yıl için 1,2 krater olarak düşünülmektedir. Magellan ise, gezegen düzeyine rasgele dağılmış, yalnızca 963 krater sayabilmiştir. Bunun anlamı ise gezegenin ilk 3,7 milyar yıllık tarihine ait kraterlerin, bir biçimde örtülmüş olmasıdır. Krater azlığı, Dünya için de geçerli bir olgudur. Kendi gezegenimizde, eski kraterler rüzgâr ve su tarafından aşındırılmaktadır. Venüs'ün yüzeyi, suyu bulunduracak sıcaklığın kat kat üzerindedir. Gezegenin yüzeyindeki rüzgâr hızı da oldukça düşüktür. Erozyon da olmadığından, kraterleri aşındıracak ve sonunda tümüyle silecek süreçlerden, sadece volkanik ve tektonik etkinlikler kalmaktadır. Venüs'teki kraterlerin büyük çoğunluğu, taze görünmektedir. Venüs'te daha çok keskin olmayan, inişli çıkışlı yüzeyler ve aynı zamanda çeşitli geniş çukurlar vardır. Venera 8 uzay aracı, gama ışını tayfıyla, Venüs kayalarında doğal radyoaktivite ölçümü yaptı. Ve uranyum, toryum ve potasyum oranının, Dünya kabuğundaki volkanik kayalardakiyle aynı oranda olduğu görüldü. Vega 2 den atılan modül Aphrodite bölgesinde, Dünya'da ender bulunan kaya parçaları bulmuştur. Bu tür parçalar, Ay ve Mars'ın daha yaşlı bölgelerinde bulunmaktadır. Bunların yaşları, 3,8 ile 4,6 milyar yıl arasında belirlenmiştir. Venüs'ün yavaş dönmesinden dolayı, Güneş rüzgârlarını engelleyen, güçlü bir manyetik alanı, muhtemelen yoktur. ÇİKOLATA KABUK VE Venüs'ün yüzeyini biçimlendiren önemli bir unsur volkanik etkinliktir. Buna karşın, bazı garip jeolojik oluşumlar, Venüs'ün ikliminin, köklü bir biçimde değiştiğine işaret etmektedir. Bunların başında, su tarafından oyulmuş izlenimi veren bazı çizgiler gelmektedir. Bunlar, 7000 kilometreyi bulan uzunluklarıyla, Dünya'da kıvrılıp giden ırmakları ve sel ovalarını hatırlatmaktadır. Bu çizgilerin çoğu, ırmak deltasını andıran boşalma kanallarıyla noktalanmaktadır. Ne var ki çevrenin olağanüstü kuruluğu, bu yarıkların su tarafından kazılmış olmasını olanaksız kılmaktadır. Muhtemelen bu işin sorumlusu, kalsiyum karbonat, kalsiyum sülfat, ya da başka bazı tuzlardır. Gerçekten de eski Sovyetler Birliği'nin Venüs yüzeyine indirdiği Venera uzay araçları, yüzey kayalarının %7-10 oranında kalsiyum minerallerinden (kuşkusuz karbonat biçiminde) ve % 1-5 oranında da sülfatlardan oluştuğunu belirlediler. Bu tuzlarla yüklü lavlarsa, ancak Venüs'ün bugünkü yüzey sıcaklığının yüzlerce derece üzerindeki sıcaklıklarda erimektedir. Venüs yüzeyinin yüzlerce metreyle birkaç kilometre arasındaki derinliklerinde, Dünya'daki yeraltı su gölleri gibi, erimiş Karbonatit (tuzlu) mağmanın muazzam rezervler halinde bulunduğu, bilim adamlarınca öne sürülmektedir. Venüs'teki platolar, litosferin, yani gezegenin kabuk ve mantosunun üst kesimlerinden oluşan sert dış iskeletinin bir uzantısıdır. Araştırmacılar, bu süreci, üzeri çikolata kaplı bir karamelanın çekilip uzatılmasına benzetmektedirler. İçerideki yumuşak kütle esnedikçe, üzerindeki ince ve kırılgan kabuk buruşmaktadır. Bugün ise litosferin kırılgan dış kısmı, buruşmaya elvermeyecek ölçüde kalınlaşmış durumdadır. Garip oluşumlardan sonuncusu ise tüm gezegeni kaplayan çatlak ve buruşukluklardır. Bu oluşumlardan en azından bazıları, özellikle de buruşuk sırtlar diye adlandırılan oluşumlar, muhtemelen küresel çapta bir iklim değişiklikleriyle ilişkilidir. Yüzey sıcaklığında, 100°C düzeyinde bir oynamanın, litosferde yaratacağı basıncın 1000 bar olacağı araştırmacılar tarafından hesaplanmıştır. Bu basınç Dünya'da sıradağların oluşmasını sağlayan basınca eşdeğerdir ve bu basınç, Venüs'ün yüzeyini deforme etmek için yeterlidir. Venüs'ün alışılmadık yapısı ve yaşama düşman koşulları, atmosferinin yapısıyla da yakından ilgili görünmektedir. Su buharı, çok küçük ölçeklerde bulunsa da, Karbondioksitin zapt edemediği dalga boylarında, morötesi ışınımı soğurmaktadır. Kükürtdioksit (SO2) ve öteki kükürt gazlarıysa, aynı ışınımın daha başka dalga boylarını yakalamaktadır. Tüm bu sera gazlarının, bir arada etkileleri, Venüs atmosferini, Güneş ışınlarına geçirgen, ama geri dönen ısı ışınımına kapalı hale getirmektedirler. Sonuçta yüzey sıcaklığı, atmosfer olmaksızın alacağı değerin, üç katına yükselmektedir. Gerçekte sera etkisinin, yüzey sıcaklığında yol açtığı artış, yalnızca % 15 dolayında olmalıdır. Şayet Yanardağ lavları, Venüs'ün yüzeyini 800 milyon yıl önce yeniden kapladılarsa, kısa bir süre içinde atmosfere çok yoğun ölçeklerde sera gazları atmış olmaları gerekir. Bu yoğun volkanik dönemde, gezegen yüzeyi, 1-10 kilometre yüksekliğinde bir lav tabakası ile örtülmüş olmalıdır. Bu durumda, atmosferdeki Karbondioksit miktarında fazla bir oynama gerçekleşmiş olamaz. Çünkü zaten bu gaz, atmosfer de çok yoğun miktarlarda bulunmaktaydı. Ancak atmosferdeki su buharı 10; Kükürtdioksit de 100 kat artmış olmalıdır. Su buharı ve Kükürt, büyük miktarlara erişince, sera etkisini güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda bulutları da kalınlaştırmaktadır. Bulutlar ise Güneş ışınlarını, uzaya geri yansıtıp gezegenin soğumasını sağlamaktadırlar. İşte bu zıt etkileşimlerden dolayı, su buharı ve Kükürtdioksitin iklim üzerindeki net etkisini saptamak güçtür. Isınma ve soğuma arasındaki savaşı önce bulutlar kazanmış ve Venüs'ün yüzey sıcaklığı, 100°C kadar düşmüştür. Ama daha sonra bulutlar yavaş yavaş yok olmuştur. Atmosferin üst katmanlarındaki su buharı, incelip seyrelmiş, daha sonra da Güneş'ten gelen morötesi ışınım(UV) nedeniyle, molekülleri parçalanmıştır. Hidrojen, yavaş yavaş uzaya dağılmaya başlamış ve tüm hidrojenin yarısı, 200 milyon yıl içinde kaybolmuştur. Bu arada, Kükürtdioksit de karbonat kayalarıyla etkileşmiştir. Venüs atmosferindeki Kükürtdioksitin, yüzeydeki karbonat tarafından soğurulması süreci, suyun uzaya kaçması sürecinden çok daha hızlı gerçekleşmiştir. Böylece bulutlar inceldikçe, daha çok Güneş enerjisi alan yüzey ısınmaya başlamıştır. 200 milyon yıl kadar sonra, yüzey sıcaklığı, bulutları alttan buharlaştıracak düzeylere yükselmiştir. Bu zincirleme bir etkiye yol açmış, bulutlar aşınıp eridikçe, daha az Güneş ışığı, atmosfere geri yansıdığından, yüzey daha da ısınmıştır. Yüzey sıcaklığı arttıkça da bulutların buharlaşması daha da hızlanmıştır. Sonunda, görkemli bulut katmanları hızla dağılmıştır. Venüs semasında, 400 milyon yıllık bir süreçde görülenler, çoğunlukla su buharından oluşmuş, ince ve yüksek bulut parçalarından ibarettir. Ama atmosferdeki su buharı düzeyi oldukça yüksek olduğundan ve ince bulutların da Güneş enerjisini geri yansıtmayıp, sera etkisine katkıda bulunmaları sebebiyle, yüzey sıcaklığını, bugün olduğundan 100°C daha artırmıştır. Venüs'te hâlâ yanardağların etkin durumda bulunmaları muhtemeldir. Bu ise Venüs'te değişen oranlarda Kükürtdioksit gözlemlenmesiyle de örtüşen bir bulgudur. Venüs'ün bulutları üzerindeki Kükürtdioksit miktarının, gezegene yapılan Pioneer seferlerinin 1978-1983 arasındaki ilk beş yılı süresince, 10 kat azaldığı açıklanmıştır. Kükürtdioksit gazı ve bununla birlikte görülen sis parçacıklarının bolluğundaki dalgalanmalar, gezegen yüzeyindeki aktif yanardağlara bağlanmıştır Dünya'da da oldukça hareketli bir volkanik etkinlik bulunmaktadır. Ancak bitkiler ve bol miktarda su tarafından sağlanan zengin oksijenli atmosfer, yanardağlardan çıkan kükürt gazlarını, kısa sürede yok edebilmektedir. Su bulutları, gezegenin ısı dengesinin korunmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu bulutları besleyecek su buharının miktarı, okyanuslarındaki buharlaşma düzeyine bağlıdır. Buharlaşma düzeyi de yüzey sıcaklığıyla değişmektedir. Dünya'da sera etkisinde çok az bir artış olduğunu varsayalım. Bu, atmosfere daha yoğun buhar taşınması ve daha yoğun bir bulut örtüsü anlamına gelmektedir. Bulutların artan yansıtma gücü, Dünya'ya ulaşan Güneş enerjisini azaltacak, bu da yüzey sıcaklığının düşmesine neden olacaktır. Yani bu mekanizma, bir termostat işlevi görerek, gezegenin yüzey sıcaklığını, birkaç günden, birkaç yıla kadar değişen kısa aralıklarda, ılıman düzeyle- re düşürecektir. Karbon-silikat döngüsü de, daha uzun sürelerde etki etmekle birlikte, atmosferdeki Karbondioksit miktarını sabit tutacak benzer bir işlev görmektedir. Levha tektoniğinin ağır işleyen süreciyle yönlendirilen bu mekanizma, yarım milyon yıl gibi uzun sürelerde döngüsünü tamamlamaktadır. İşte hayat ve suyla iç içe geçmiş bu döngüler sayesindedir ki, Dünya iklimi, kardeş gezegeninin başına gelenlerden korunmuştur. Bununla birlikte, insan kaynaklı etkiler de orta vadeli süreçlerde ters bir işlev görmektedir. Karbondioksitin, Dünya iklimini düzenleyen döngüleri alt edecek kritik bir yoğunluk düzeyinin olup olmadığı bilinmemektedir. Ancak kuşku yok ki: Dünya türü gezegenlerin iklimleri, küresel boyutlu süreçlerin karşılıklı etkileşimiyle ani değişikliklere uğrayabilmektedir. Venüs'ün yakından incelenmesi, iklim değişiminin genel ilkelerinin belirlenebilmesi için gereklidir. Bu, aynı zamanda, kendi gezegenimizdeki dengelerin de ne kadar hassas olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Dünya ve Venüs'ün iklimlerindeki olağanüstü farklılık, bu iki gezegendeki suyun tarihçesi ile yakından ilgilidir. Bugün Dünya'nın atmosferi ve okyanuslarında bulunan su, Venüs'ün atmosferindekinden 100 000 kat daha fazladır. Sıvı su, Karbondioksitin, gezegen yüzeyindeki kayalarla etkileşiminde başlıca aracıdır. Su sayesinde, havadaki Karbondioksit, mineraller oluşturmaktadır. Suyun yaptığı işler, gezegen yüzeyiyle de sınırlı değildir. Dünya'nın kabuğu altındaki mantoya sızan suyun, astenosfer denen ve litosfer levhalarının üzerinde kaydığı, akışkanlığı düşük katmanın oluşmasını sağladığı zannedilmektedir. Karbonlu minerallerin (Karbonat) oluşması ve daha sonra bunların tektonik levhaların üzerine çökelmesi, Dünya atmosferindeki Karbondioksitin, Venüs'teki düzeylere yükselmesini önlemektedir. Tüm bu farklılıklara rağmen, gezegen oluşum modelleri, başlangıçta Dünya ve Venüs'ün, aynı miktarda suyla donatılmış olması gerektiğini göstermektedir. Çünkü her ikisine de su, 'dış güneş sistemin'den gelen 'buzlu gök cisimleri'nin çarpması sonucu taşınmıştır. Hatta başlangıçta Venüs'ün daha çok su topladığı yolunda, işaretler vardır. 1978 yılında Venüs çevresinde yörüngeye oturan Pioneer uzay aracı, gezegenin bulutları üzerindeki suda, döteryumun (ağır hidrojenin), bildiğimiz hidrojene oranını ölçtü. Aynı kimyasal yapıya sahip olan hidrojen ve döteryum, su moleküllerinde bağlı durumda bulunmaktadır. Bu oran, Dünya'dakinin 150 katıydı. Bunun akla en yakın açıklamasıysa, Venüs'ün bir zamanlar, Dünya'ya göre çok daha fazla su tutmuş, ama sonra suyunu yitirmiş olmasıdır. Su buharı, atmosferin üst kesimlerine tırmandığında, Güneş'ten gelen morötesi ışınım(UV), molekülleri parçalayarak, oksijen ve hidrojen ya da döteryum atomlarını ayrıştırır. Daha hafif olan hidrojen, kolaylıkla uzaya kaçabildiğinden, Venüs atmosferinde döteryumun oranı artmıştır. Peki, bu süreç neden Dünya'da değil de Venüs'te ortaya çıkmıştır? Herhangi bir gezegen üzerine düşen Güneş enerjisi, yeterince güçlü olması halinde, yüzeydeki suyu hızla buharlaştırmaktadır. Artan su buharıysa, atmosferi daha da ısıtmakta ve dizginleri koparmış bir sera etkisine sebep olmaktadır. Bu süreçte, gezegendeki suyun büyük bölümü, üst atmosfere taşınmakta ve sonunda su moleküllerinin ayrışmasıyla yitirilmektedir. Araştırmacılar, kontrolden çıkmış bir sera etkisi için gereken kritik Güneş enerjisinin, günümüzde Dünya üzerine düşmekte olan enerjiden, % 40 daha fazla olması gerektiğini hesaplamışlardır. Komşu gezegenin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonraya kadar, Güneş'in ışığının bugünkünden % 30 daha soluk olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle, Venüs'ün yörüngesine isabet etmesi gereken ışınım miktarı, yukarıdaki kritik Güneş enerjisinyle hemen hemen aynıdır. Bu durumda Venüs'ün, varlığının ilk 30 milyon yıl içinde Dünya'da bir okyanusu dolduracak kadar suyu yitirmiş olması muhtemeldir. Ancak Venüs, başlangıçta da bugünkü kadar kalın bir Karbondioksit atmosfere sahip olsaydı, suyunun büyük bölümünü korumuş olması gerekirdi. Suyun ne kadarının yitirildiği, atmosfer içinde ayrışacak kadar yükseğe çıkabilmesine bağlıdır. Kalın bir atmosferde su buharı, fazla yükselemez. Üstelik bu süreç içinde oluşan bulutların, Güneş ışınını uzaya geri yansıtarak, dizginlenemez sera etkisini sona erdirmeleri gerekmektedir. O halde muhtemelen; Venüs'te sıcak okyanusların ve nemli bir stratosfer tabakasının bulunmuş olması gerekmektedir. Denizler, Karbondioksit gazını eriterek ve Karbonat oluşumuna aracılık ederek, atmosferdeki karbondioksit düzeyini düşük tutmuşlardır. Kısacası, Venüs de, bugün Dünya'da gördüğümüze benzer iklim düzenleyici mekanizmalara sahip olmuştur. Ama Venüs atmosferinin daha düşük olan yoğunluğu, suyun yükseklere kaçmasını önleyememiştir. Sonuç olarak, 600 milyon yılda bir Dünya okyanusu kadar su yitirilmiştir. مُتَنَافِرٌ ahenksiz , uyumsuz , düzensiz , birbirine muhalif , karşı , bozuşuk رَعَاعٌ : سَفَلَةُ النَّاسِ ayak takımı , alçak insanlar , avam tabakası , halk yığını , düzensiz kalabalık Akatizi (hala oturmak yetersizlik) Akinezi (hareket eksikliği) İlişkili Hareketler (Ayna Hareketler veya homolateral Synkinesis) Athetosis (çarpılmış burulma veya bükülme) Ataksi (kas hareketlerinin koordinasyonu brüt eksikliği) Ballismus (şiddet istemsiz hızlı ve düzensiz hareketler) Hemiballismus (vücudun sadece bir tarafını etkileyen) Bradikinezi (yavaş hareket) Serebral palsi Korea (hızlı, istemsiz hareketleri) Sydenham korea Romatizmal kore Huntington hastalığı Diskinezi (anormal, istemsiz hareketi) Geç diskinezi Distoni (sürekli torsiyon) Distoni muscularum Blefarospazm Yazarın kramp Spazmodik tortikolis (baş ve boyun büküm) Dopamin-duyarlı distoni (günlük dalgalanması veya Segawa hastalığı ile herediter progresif distoni) Esansiyel tremor Geniospasm (epizodik istemsiz yukarı ve çene ve alt dudak aşağı hareketleri) Miyoklonus (bir kas ya da kas grubunun kısa, istemsiz seğirmesi) Metabolik halsizlik Hareketi Sendromu (MGUMS) Ayna hareket bozukluğu (diğer tarafta gönüllü hareketlerini yansıtma vücudun bir tarafında istemsiz hareketler) Parkinson hastalığı Paroksismal kinezijenik diskinezi Huzursuz Bacak Sendromu HBS (WittMaack-Ekboms hastalığı) Spazm (kasılma) Stereotipik hareket bozukluğu Stereotipi (tekrarlama) Tik bozuklukları (istemsiz, tekrarlayıcı zorlayıcı, basmakalıp) Tourette sendromu Titreme ( salınım ) Dinlenme tremor (4-8 Hz ) Postural tremor Kinetik tremor Esansiyel tremor (6-8 Hz değişken genlik ) Serebellar tremor (6-8 Hz değişken genlik) Parkinsonian titreme (4-8 Hz değişken genlik) Fizyolojik tremor (10-12 Hz düşük genlik) Wilson hastalığı Tedavi Tedavi altta yatan bozukluğun bağlıdır. [1] Hareket bozuklukları çeşitli ilişkili olduğu bilinmektedir otoimmün hastalıklar Uyku felci (Halk arasında "karabasan" olarak da bilinir), uyandıktan hemen sonra (hipnopompik felç olarak da bilinir) veya seyrek olarak, uykuya dalmadan hemen önce, bedenin geçici olarak hareket edememesi (felç olması) ile karakterize edilen bir durumdur. The Nightmare, Henry Fuseli (1781) uyku felcinin şeytani bir sebepten kaynaklandığını ifade eden klasik tarifidir Fizyolojik olarak, REM atonia olarak da bilinen REM uykusu sırasında oluşan normal felç ile yakından ilgilidir. Buna göre bazı bilim insanları ve fizikçiler bunun uyku döngüsünün "doğal" bir etkisi olduğuna inanır. Uyku felci beyin REM durumundan tamamen uyanık duruma geçse de beden felcinin devam etmesi durumunda oluşur. Bu durum, kişinin bilincinin tamamen açık olmasına rağmen hareket edememesine sebep olur. Ayrıca bu durum ile birlikte hipnopompik sanrılar olabilir. Çoğu zaman, uyku felcine uğrayan kişi tarafından bunun bir rüya sebebiyle oluştuğuna inanılır. Bu yüzden, insanların hareket etmek istese de hareket edemediği rüya sayısı bu kadar fazladır. Uyku felcinin sebep olduğu sanrılar bazen durumun normal bir rüya olarak algılanmasına, bazen de oda içerisinde hayali şeyler görülmesine sebep olur. Belirtiler Uyku felcinin başlıca belirtisi uyanma öncesi veya uyuma öncesi görülen kısmı veya geçici iskelet kası felcidir. Diğer bir deyişle, bir kişinin uykuya dalarken veya uyanırken hareket edememesi veya konuşamaması hissidir. Uyku felci ile birlikte hipnopompik sanrılar olabilir.[1] Bu halüsinasyonlar işitsel, dokunsal ve/veya görsel olabilir. Uyku felci kişi tekrar REM uykusuna dönmeden önce veya tamamen uyanmadan önce birkaç saniye veya birkaç dakika sürebilir [1]. Çok uç durumlarda, 4-5 saat sürdüğü de bilinmektedir.[kaynak belirtilmeli] Olası sebepleri Uyku felci, rüya gören bir kişinin rüyasında yaptığı hareketleri aynen yapmasını engellemek için REM uykusu süresince oluşur. Uyku felcinin fizyolojisi hakkında çok az şey bilinir. Bununla birlikte, uyku felcinin beynin pons bölgesindeki motor nöronların post-sinaptik inhibisyonu ile bağlantılı olduğu önerilmektedir. Özellikle, düşük seviye melatonin kasların uyarılmasını engelleyecek şekilde sinirlerdeki depolarizasyon akımı durdurabilir, ve rüyada yaşanan eylemin gerçekte yaşanmamasını sağlayabilir (mesela, rüyasında koştuğunu gören bir kişinin gerçekte koşmasını engellemek gibi). Ayrıca, bu düzensizliği yaşayanlar ve narkolepsiden muzdarip olanlar arasında belirgin bir ilişki vardır. Fakat, değişik çalışmalar çoğu insanın hayatlarında en az bir kez uyku felci yaşadığını göstermektedir. Bazıları, değişik faktörlerin uyku felci ve halüsansyonların yaşanma olasılığını arttırdığını rapor etmişlerdir. Bunlar :[2] Sırtüstü yatmak Düzensiz uyuma saatleri; şekerlemeler, çok veya az uyumak Fazla stres [3] Ani çevre/yaşam tarzı değişiklikleri Olaydan hemen önce görülen berrak rüya. Ayrıca berrak rüya durumuna girebilmek için kullanılan bilinçli indüksiyon yaygın bir yöntemdir. WILD olarak da bilinir. Yapay uyku yardımcıları ve antihistaminler. Uyku öncesi açlık. Çin halk kültüründe, uyku felci "gǔi yà chúang" (鬼压床,鬼壓床, sözcüğü sözcüğüne : "Hayalet yatağa basıyor": 鬼: hayalet, 压: basmak, 床: yatak), olarak bilinir. İnanışa göre bir ruh veya hayalet uyuyan kişinin üzerinde oturup veya yatıp uyku felcine sebep olur. Bu ölümün güçleri tarafından, küçük çapta ruhun ele geçirilmesi olarak düşünülür ve genellikle kurban bir zarar görmez. Hindistan'da, uyku felci hakkında iki düşünce vardır. Bunlardan biri uyku felcinde olduğu gibi uyurken bilincin açık olması aydınlanmaya ulaşırken görülen işaretlerden biri olmasıdır. Fakat aynı zamanda kendi aydınlanması için yol alan kişilere saldıran rakshasanın da (Hindu şeytanlar) bir hareketidir. Japonya'da, uyku felci kanashibari (金縛り, sözcüğü sözcüğüne: "metal içerisinde bağlanmış olmak": kana: metal, shibaru: bağlı olmak"), olarak bilinir. İskandinavya mitolojisinde, uyku felcine bir Mara sebep olur ya da bir mare - kabuslara da sebep olabilen kötü bir dişi hayalet. İlk olarak Norse Ynglinga destanında görülmüştür, fakat bu inanış muhtemelen daha eskidir. "Mara"; eski Norveççe, İsveççe ve İzlandaca ismidir, "mare" ise Norveççe ve Danimarkacadır. Newfoundland'de , yaşlı bir cadının ziyareti olarak bilinir, Newfoundland İrlandacası ile Ag Rog. Meksika'da, subida del muerto (tepeye tırmanan ölü) olarak bilirnir. Yunanca'da, mora (Yunanca: μώρα) olarak bilinir, isim Slav bir kökenden gelmektedir. Almanca'da, Hexendrücken (cadı basması) olarak bilinir. Türkçe'de, karabasan olarak bilinir. Türkiye'deki genel inanışa göre bu metafiziksel bir olaydır ve özellikle inançlı insanlar buna bir cinin sebep olduğuna inanırlar, ve bazı dualar tavsiye ederler. Hazaragi dili'nde, Syahi Zer Kado (basan mürekkep) olarak bilinir. Güney Birleşik Devletler'de, insana binmiş bir cadı olarak tarif edilir. Kore'de, Gawinullim, (가위눌림 sözcüğü sözcüğüne: "Gawi tarafından bastırılmak."), olarak bilinir. Gawi'nin anlamı tam olarak belli değildir fakat genellikle "ruhlar" veya "şeytanlar" olarak bilinir. Endonezya'da, Cavali insanlar tindihan derler, yerel lehçede okunuşu "tindhihen" (üzerine uzanılmak). Filipinler'de, uyku felci genellikle Bangungot ile bağdaştırılır. Vietnam'da,uyku felci, anlamı insanın üzerinde bastıran bir hayalet veya ruh olan "ma đè" olarak bilinir. Antiller'de, "duppy tarafından binilmek" olarak bilinir. Orta Çağ Avrupasında uyku felci, mara, incubi, succubi, diğer şeytanlar ve büyücülüğe bağlanırdı. İngiltere'de insanlar uyurken cadıların insanların göğsüne bindiğine, ve nefes alamama, kıpırdayamama gibi hislere bunların sebep olduğuna inanırdı. Geleneksel Rusya inanışında uyku felcine, kötü evlilik, ihanet için ev halkını cezalandıran ev ruhu domovoi sebep olur. Gelenksel İslam kültüründe uyku felci bir cin ile açıklanır; insanlara benzeyen ve dünyada yaşayan bir ırk. "Cin" sözcüğü sözcüğüne olarak gizli, görünmez, ıssız, yabancı olan her şey için bir yan anlam olarak kullanılır ve Kur'an tarafından doğrudan işaret edilen iki yaratılmıştan biridir (diğeri de insandır). İslami kaynaklarda, ve İslam iliminde, Cinler irade sahibi, dolayısıyla insanlar gibi yaptıklarından sorumlu yaratıklar olarak tanımlanmıştır. Onlar da insanlar gibi yaşarlar ve ölürler, toplum olarak yaşarlari bir kültürleri ve dinleri vardır. Laos kültüründe, "hayalet seni sessizleştiriyor" diye çevrilebilen "pee um" diye bilinir. İnanışa göre hayalet geceleri gelir, kurbanın kollarını ve bacaklarını tutar, üzerine bastırır, hatta ses çıkartamasın diye ağzını bile kapatır. Finlandiya dlinde kabusa painajainen denir, fakat sözcük olarak "basmak" demektir. Uyku felcinden esinlenilerek böyle bir sözcük kullanıldığı düşünülüyor. Macaristan halk kültüründe uyku felcine "lidércnyomás" ("lidérc: basmak") ve "lidérc", "boszorkány", "tündér" veya "ördögszerető" gibi doğa üstü varlıklarla ilişkilendirilebilinir.[4] "boszorkány" sözcükğü Türkçe kökü "bas-"'tan türemiştir.[5] Bilim insanları uzaylı kaçırmaları, beden dışı seyahat, ve diğer paranormal olaylarından birçoğunun aslında uyku felci sırasında yaşananların yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını düşünüyor. Hipnopompik sanrı REM Uyku Kabus Yalancı uyanma Berrak rüya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

https://twitter.com/kanaryamfenerli