24 Haziran 2014 Salı

letaif-i aşara kalb ruh hafi sır ahfa nefsin makamı LAHN

https://twitter.com/kanaryamfenerli _/\/\____________/\/\_____________ KANARYAM █▓▒░▒▓█ FENERLİ ¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯ "Neûzü billahi min şürûrihim" (Şerli kimselerin şerrinden Allah'a sığınırız). Kur'ân: " فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ - Allah onların kalblerindekini bildi/bilir." (Fetih sûresi, 18) "إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ - Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." (Bakara sûresi, 30), " وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ - Ben sizin açığa vurduklarınızı da, ketmettiklerinizi de çok iyi bilirim." (Bakara sûresi, 33), " وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنْفُسِكُمْ -Biliniz ki Allah sizin derûnunuzda olan her şeyi bilir." (Bakara sûresi, 235), " أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَأَنَّ اللهَ عَلاَّمُ الْغُيُوب - Münâfıklar hâlâ anlamıyorlar mı ki, Allah onların kendi aralarındaki fısıldayışlarını da sırlarını da bilir, Allah bütün bilinmezleri bilen Allâmu'l-guyûbdur." (Tevbe sûresi, 78)... gibi yüzlerce âyetiyle O'nun, âfâkın derinliklerinde ve derûnun daha derûnunda olan her şeyi bildiğini âvaz âvaz ilan etmektedir. O'nun bildirmesi olmazsa, insanlar, sırlar ötesi bir yana kendilerini bile doğru dürüst bilemezler. "Ben Rabbimi yine Rabbimle bildim." (İbn Esir/Camiu'l-Usul) " كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلاَّ وَجْهَهُ - O'nun Zât'ı hariç her şey hâliktir." (Kasas sûresi, 88) İnsan on latifeden (letaif-i aşara) meydana gelmiştir: Kalp , Ruh , Sır , Hafi , Ahfa ; Nefs , ateş , hava , su ve toprak Alem ikiye ayrılır: Alem-i halk, Alem-i emir,..Alem-i halk; bütün yaratılan şeyler ve masiva dediğimiz, kainat ve mahlukattır.Alem-i emir ise; zat, sıfat, isim ve şuunat-ı ilahiyedir.İnsan; kainatın ve kainatta tecelli eden alem-i emr’in özü ve özetidir. Yani insan-ı kamil, (Bundan maksat Resul-ü Kibriya aleyhissalatu vesselamdır) Hem alem-i emr’in, hem de alem-i halkın özü ve numunesidir. Alem-i emr’in ve alem-i halk’ın asıllarının ve külliyatının, gölgeleri ve numuneleri alem-i asgar olan insanda dahi mevcuttur.İşte tasavvufta ve literatürde; beş cevher diye isimlendirilen Kalp, Ruh, Sır, Hafa ve Ahfa’nın asılları, kainat ve emr aleminde olduğu gibi; gölgeleri ve numuneleri de, insanda ve mahiyetinde mevcuttur. Burada asıllar deyince emr alemindeki vücutlar, gölgeler ve numuneler deyince, mahlukattaki tecelliyat ve vücutlar anlaşılmalıdır. Şimdi bu beş cevherle ilgili bir iki misal verelim. Bu beş latife ve cevherin kıymet, değer ve ehemmiyeti açısından sıralaması şöyledir: 1. Kalp 2. Ruh 3. Sır 4. Hafi 5. Ahfa. Burada bir sonraki, bir öncekinden daha latifdir. Ve tamamı da alem-i emr’den sayılmaktadır. Bu latifeler birbiri içerisinde gizlenmişlerdir. Bunların hakikatlerine nüfuz etmek, ancak maneviyat noktasında çok büyük zevata mahsustur.. Bizim anlayacağımız şekilde kolay izahı şudur: Her bir latife ve cevher; kainatta bir varlığa ve hakikate, bir büyük peygamberin vücuduna ve mahiyetine, bir de Cenab-ı Hakk'ın zat, sıfat, esmasına bakar ve onları temsil eder. KALB: Alem-i halk’tan, Hz Adem (a.s)’e ve kainatta onunla alakalı makamlara, mekanlara ve boyutlara işaret eder. Alem-i emr’den ise, Hz Adem’ın (a.s) mahiyetine ve hakikatine bakar. Aynı zamanda kalp; alemdeki Arş’ı temsil eder. Burada maddi boyut itibariyle Arş’ın mekânına bakar. Manevi boyut, yani emr alemi cihetiyle de, Arş’ın mahiyet ve hakikatine bakar. Hem alemi Arş, hem de onun numunesi olan kalbin batını ve mahiyeti; Allah’ın Evvel, Ahir, Zahir ve Batın isimlerinin halita ve karışığıdır. Kalp, bir nevi Arşullah’tır. Manevi terakkide beş cevherin ilki ve başlangıcıdır. Aynı zamanda kalp; alem-i halk ile alem-i emr ortasında bir geçittir. Arş da aynı mahiyeti taşımaktadır. Diğer dört cevher; alem-i ekberde Arş’ın ve alem-i asgarda ise kalbin etrafında veya üzerindedir. Kalp; Cenab-ı Hakk'ın izafi sıfatlarına delalet eder. Arş ve kalp; alem-i emr ve alem-i halk arasında geçit ve köprü olduğu gibi; izafi sıfatlar da, vücub ile imkan arasında geçittir ve köprüdür. RUH; Alem-i ervahın numunesidir. Alem-i halk itibariyle Hz İbrahim (a.s.)’ın varlığına, makamına, mekanına ve kainatla münasebetine bakar, bir cevherdir. Alem-i emr itibariyle de, Hz İbrahim (a.s.)’in mahiyetine ve hakikatine bakar. Kalp cevherinden, daha latifdir. Alem-i emr’dendir. Cenab-ı Hakk'ın, emr aleminden olan hakiki sıfatlarına delalet ve işaret eder. Yani; izafi sıfatlar kalbe işaret ve tecelli eder. Hakiki sıfatlar ise, ruh’a işaret ve tecelli eder. SIR; Ruh cevherinden daha latifdir ve ruh cevherinin üzerindedir veya içindedir. Alemde, sırlı ve meleküta taalluk eden mahiyetlere numunedir. Halk aleminde, Hz Musa (a.s.)’ın zatına, makamına ve alemle münasebetine bakar. Emr alemi itibariyle ise, Hz Musa (a.s)’ın mahiyetine ve hakikatine bakar. Ruhun üzerinde bulunan, iç içe ve sonraki evvelkinden daha latif olan, diğer üç cevher ise, yani sır, hafa ve ahfa zat-ı ilahiyeye işarettir. Tecelliyat, bu üç cevherde hakikat ve mahiyetiyledir. Fakat yine de tecelliyattır. Yani aynı değildir. Sır cevherinde, Allah’ın hakiki sıfatları ehadiyyet itibariyle ve hakikat olarak tezahür ederler. HAFİ: Arapça,gizli olana hafî derler. vahy-i hafi...Gizli vahiy demektir.Çok ikram eden, insanı güler yüzle karşılayan. Yalınayak yürüyen,koşan adam.Hafi isminin kullanıldığı cinsiyet : ErkekHafi isminin renk senbolü : MaviHafi isminin kökeni : Bilinmiyor Hafi isminin gösterim sayısı : 642 ....HAFİ Yİ ..Tehânevî bunu, mahiyeti gizli olması nedeniyle ruha,hafî denilir, diye tarif etmektedir,insanın madde planında göğüs üzerinde beş noktaya taalluku bulunan ve zikirmahalleri olarak gösterilenletaif-i hamse'den biri de, dördüncü sırada olmak üzere, hafîdir. Buna ruhunhafî tavrında bulunması da denir.Yeri, sağ memenin dört parmak üzerindedir, nuru, siyahtır. Hafî'nin, Hz.İsa'nın kademialtında bulunduğukaydedilir.Bu cevher, sırrın üzerindedir ve ondan daha latifdir. Halk aleminde, Hz İsa (a.s)’ın zatına, davasına, makamına ve kainatla münasebetine bakar. Alem-i emr itibariyle ise, İsa (a.s.)’ın hakikat ve mahiyetine bakar ve onun numunesidir. Cenab-ı Hakk'ın, şuun-u ilahiyesinin alemdeki külli tezahüratı; hülasa ve odak noktası olarak, Hafa’da tezahür eder. Bu hakikatlerin tamamen bilinmesi âdeta imkan dahilinde değildir. Ancak azıcık dahi olsa, alemdeki tezahürleri, bazı şeyleri düşündürebilir. Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz. Gizli, saklı şey. Kendisinde değil de tatbik sahasında kapalılık bulunan ve bu kapalılığı ictihadla giderebilen lafız anlamında bir fıkıh usulü ıstılahı. ikram etmek, vermek anlamındaki "h-f-v" kökünden türeyen "hafî" (çoğulu, hufevâ') çok ikram eden, bir şeyi derinlemesine bilen âlim demektir. Allah'ın sıfatı olarak hafî; çok ikram eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi, her şeyi bilen demektir. Bu kelime Kur'ân'da iki âyette; biri bilen, haberdar olan anlamında peygamberin sıfatı (A'râf, 7/186), diğeri de Allah'ın sıfatı olarak geçmiştir: "(İbrahim babasına) selam sana" dedi. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır (hafî)" (Meryem, 19/47). (İ.K.) Fıkıh usulü terimi olarak hafî; haricî bir sebepten dolayı kapsamındaki fertlerin bir kısmına delaletinde kapalılık bulunan lafıza denir. Fıkıhta ise, namazlarda kıraatin gizli yapılması manasına gelmektedir. Fıkıh usulünde âyet ve hadis lafızları açıklık ve kapalılık yönünden bir tasnife tabi tutulmuştur. Manası kapalı olan lafızlar da kendi arasında, hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih olmak üzere dörde ayrılmıştır. Bunlardan hafî, kapalılık derecesi en az olanıdır. Aslında âyet ve hadisin lafzında bir kapalılık bulunmamakla birlikte, bir kısım olay veya şeylerin bu nassın kapsamına girip girmediğinde kapalılık mevcuttur. Başka bir ifadeyle hafî, kapsamında bulunması muhtemel fertlerden birine veya bir kısmına delaletinde kapalılık bulunmasıdır. Bu kapalılık, lafzın olaylara tatbiki sırasında ortaya çıkmakta olup çoğunlukla, normal olarak lafzın kapsamında bulunması gereken fertlerden birinin özel ve ayrı bir adlandırma veya hükme konu olmasından kaynaklanmaktadır. Eksik veya fazla bazı özellikleri sebebiyle başka adlar alan bu fertlerin lafzın kapsamına girip girmediği açık değildir. Meselâ; kefen soyucu ve yankesici hırsız sayılıp sayılmayacağında böyle bir kapalılık söz konusudur. Hafî lafızdaki kapalılık, bu yönde yapılacak bir inceleme ve araştırma ile giderilebilir. Müçtehit, bu konudaki nasslara başvurmak ve hükmün konmasındaki gayeyi göz önünde bulundurmak suretiyle yapılan bir araştırma sonucunda, lafzın manasının kapalılık bulunan fertlerde tam olarak gerçekleştiği kanaatine varırsa, hükmün bunlara da uygulanacağına karar verir; bu kanaate ulaşmazsa, aksi yönde hükmeder. Kıraatin hafî olarak yapılması, okuyanın kendinin işitebileceği kadar bir sesle okumasıdır. Namazda, Fatiha ve zammu sûrelerin dili kıpırdatmaksızın ve ses çıkarmadan zihinden geçirilmesi kıraat olarak kabul edilmemiştir. Ancak kıraat ederken yanındakine işittirecek ve onun huşû ve huzurunu bozacak derecede yapması da doğru değildir. Namaz dışında ise, dili hareket ettirmeden Kur'ân okumak ibadet olarak kabul edilmiştir. Cemaatle ve tek başına kılınan namazlarda, öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan nafile namazlarda, kıraatin hafî olarak yapılması gerekir. Tek başına kılınması halinde sabah, akşam ve yatsı ile gece kılınan nafile namazlarda kişi serbesttir; dilerse sesli (cehrî), isterse gizli (hafî) okuyabilir. Ancak bu namazların cemaatle kılınması halinde, ayrıca Cuma ve bayram namazlarında imamın sesli olarak okuması vaciptir. Buna göre hafi, kendisi açık ve anlaşılır bir kelimedir. Ancak bu kelimeyi uygulamaya koyduğumuzda başka şeyler buna dahil ölur mu olmaz mı konusunda kapalılıkla karşılaşırız. Bu yönüyle hafi yine kapalı lafızlardan olan müşkil'den ayrılır. Çünkü müşkilde kapalılık lafzın kendisindedir. Ancak gerek hafi de ve gerekse müşkildeki kapalılık, ictihadla açığa kavuşturulabiliyor. Kapalılığın giderilmesi için başka nasslara ihtiyaç kalmıyor. Hafi ve müşkilin ortak yönü de budur. Bu yönüyle hafi ve müşkil, yine kapalı birer lafız olan mücmel ve müteşâbihten ayrılır. Çünkü bu son ikisinde kapalılık ancak nass ile giderilebilir. Böylece hafi için iki önemli nokta ortaya çıkıyor: Lafzın tatbik sahasında kapalılık ve bu kapalılığın giderilmesi için ictihadın yeterli olması. "Kâtil mîrâsçı olamaz" hadîs-i şerîfinde kâtil lafzı hafîdir. Bu kelimenin, kasten bilerek adam öldürenin mîrâsçı olamıyacağı husûsunda mânâsı açık olduğu hâlde, hatâ ile öldürenin de bu hükmün altına girip girmediği husûsunda kapalıdır. Bu kapalılık sebebiyle âlimler bu konuda farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî) Mâide sûresinin otuz sekizinci âyet-i kerîmesinde hırsıza verilecek cezâdan bahsedilmektedir. Âyet-i kerîmedeki sârık (hırsız) kelimesi hafîdir. Çünkü tarrâr (yankesici) ve nebbâşı (kefen soyucuyu) da içerisine aldığı hususunda kapalıdır. Bunun için, âlimler, âyet-i kerîmede hırsıza verilecek cezânın, yankesiciye de verileceğinde sözbirliği ettikleri halde, kefen soyucu hakkında ihtilâf etmişler, farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî, Molla Hüsrev) Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri.Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin asılları, kökleri âlem-i kebîrdedir. İnsanın dışındaki varlıklara "âlem-i kebîr" denir. (İmâm-ı Rabbânî) Hafî okunacak yerde cehrî (açık), cehrî okunacak yerde hafî okunursa secde-i sehiv lâzım olur. (Halebî) Hafî şirke gelince, bu ana hatlarıyla ikiye ayrılır. Birisi, Allah’ın rızasını unutup insanlara riya ve gösterişte bulunmak, yahut nefsin arzularını tatmine özen göstermek. Diğeri de eşyanın yaratılmasında birer sebep olarak vazife gören mahlukata olduğundan fazla önem vermek; onları tesir gücüne sahip zannetmek. Bir de bu hafî şirkin bir derece daha perdelisi var ki, fiil âleminde değil, his âleminde, kalp âleminde cereyan eder. İnsanlar mânen terakki ettikçe şirk de gittikçe perdelenir... Sebeplere olduğundan fazla önem vermek de gizli şirk. Bir işin tahakkukunda sebebin hakkı bir iken, ona yüz kat fazla değer biçilirse doksan dokuzu gizli şirk hesabına geçer... İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun (nefsin) emrine vermesi de gizli şirk. Buna sadece bir tek misal: Cebbar ve Mütekebbir ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi, Onun huzurunda Onun kullarını ezmekte kullanırsa, Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur. Resulûllah (asm.) Efendimiz, “Felak” için, “Cehennemden bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve Cehennem ondan Allah’a sığınır.” buyurmuştur. İbni Abbas (r.a) Hazretlerinin rivayetlerinde, "Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Hazretlerinin zamân-ı saadetlerinde nâs, farz namazların arkasından yüksek sesle zikr ederlerdi. Biz de bundan, namazdan ayrıldıklarını, ya'ni namazın bittiğini anlardık" demişler ve bu hadîsi de İmâm Buhârî (rh.a) sahihinde zikr etmiştir. Yine Buhârî Hazretlerinin Ebû Hureyre (na.)'den bir rivayetinde, kulun gerek zikr-i hafisi ve gerekse zikr-i cehrisi hakkında, Hak sübhânehû ve teâlâ, "Kulum beni gizli zikr ederse ben de onu gizlice anarım. Eğer cehr ile, cemâatle zikr ederse ben onu, ondan daha hayırlı bir cemâat içerisinde zikr ederim" diyerek her ikisini de taltif buyurmuşlardır. Ebû Dâvûd ve Tirmizî (rh.a)'nın zikr ettikleri ve İmâm Suyûtî'nin de sahîh dediği bir hadîs-i şerîfde, bir gün Cebrail aleyhisselâm gelib dediler ki, "Yâ Resûlallah, eshâbına emret de yüksek sesle tekbîr alsınlar" buyurmuşdur. Celâleddin Suyûtî (rh.a) Hazretlerinin bu hususta (Netîce -tül-fikir) adlı eserinde, 25 kadar hadîs-i şerîf zikr ettikleri bildirilmiş olmakla, gerek camilerde toplu halde ve gerek münferid olarak yapılan cehrî zikirlerde hiç bir kerahet olmadığı bildirilmişdir. Yalnız şu var ki, bu, okuyanları, namaz kılanları veya uyuyanları rahatsız etmemek şartıyladır. Bu gibi hallerde riya korkusu me'mul olduğundan, gizli zikir efdaldir denilmişdir. Muâz ibn Cebel (r.a)ın rivayet ettikleri bîr hadîs-i şerîfde, Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri, "Sizden herhangi biriniz gece namaz kıldığı zaman kıraati cehren okusun. Çünkü muhakkak onun namazına melekler de iştirak ederler ve kıraati dinlerler. Mü'min cinnîlerden havada ve evde olan komşuları da onun namazına katılırlar ve kıraati dinlerler. Bu suretler evinin ve etrafındaki evlerde bulunan cinnîlerin fâsıklarının da, inatçı şeytanları da tard ve def edib kovarlar!' İmâm Nevevî (rh.a) Hazretleri fetâvâsında, zikr-i cehrînin meşrûiyyetine ve mendub olduğuna fetva vermiş ve belki de zikr-i hafiden efdaldir, demişdir. Abdullah ibni Zübeyr (r.a) der ki; "Resûl-ü Ekrem (s.a.s.) Efendimiz namazdan selâm verip çıktıktan sonra yüksek sesle: "Lâ ilahe illâllâhü vahdehû lâ şerîke leh, lehü'l-mülkü velehü'I-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh ve lâ na'büdü illâ iyyâh, lehü'n-ni'metü ve lehü'l-fazl derlerdi" buyurmuşdur. Allâme Tahtâvî (rh.a) de gizli zikrin efdaliyyetini tasdikten sonra, zikrin hayırlısı gizli olanı, rızkın hayırlısı kifayet edeni olduğunu beyan ile, gizli zikirde İhlasın daha çok ve icabete daha yakın olacağını söylemekle beraber, zikr-i cehrinin faziletine dâir de birçok ehâdîs-i şerife olduğunu söyler. Meselâ, biraz evvel Abdullah ibni Zübeyr (r.a) Hazretlerinin bildirdiği vak'a ile, Kur'ân-ı azîmü'ş-şân okurken, sesli okunmasını tenbîh ve emir buyurmaları gibi. Cehr ile olan zikir ve Kur'ân'ın, dinleyenler üzerinde daha büyük te'sîrler meydana getirdiği ve bilhassa güzel sesli ve edalı, tecvidli, yanık yanık okuyanları dinlemeye doyulmaz olduğu cümlece ma'lûmdur. Binâenaleyh, şahıslara ve yerlerine göre, gerek gizli ve gerek aşikâr zikrin faziletleri vardır. Bazı ilim sahihlerine göre, zikr-i cehrinin amelî faydası daha çok başkalarına şâmil olmakla beraber, zâkirin kalbini uyandırır. Uykuyu giderir, neş'eyi artırır, dimağı tefekküre sevk eder. Bu sebeplerle zikrullahın mescidlerde toplu olarak yapılması, ulemâ-i zevi'l-ihtirâm Hazerâtı tarafından müstahsen görülmüştür. (Haşiye-i İbn-i Âbidîn c. 5, s. 263) Yine, İmâm Nevevî (rh.a) Hazretleri, zikrullahın kalb ve lisanla birlikte yapılması efdaldir. Yalnız biri ile yapılacaksa kalb tercih edilmelidir. Huccet-ül-İslâm İmâm Gazâlî (k.s.) buyururlar ki: "Efdal-i a'mâl zikrullahdır. Lâkin bunun, cevizin kabuğu gibi kabukları vardır. Zikrin hakikatine erişmek için dört mertebe vardır. Evvelâ dilin zikridir ki, evvel olan budur. Çünkü zikrin hakikatine buradan gidilir. İkincisi: Kalbin dil ile olan zikre, muvafakatidir. Bu .nuvafakat olmazsa, fikir deryalarında perişan olur gider. Üçüncüsü: Zikir kalbde karar kılıb onu istilâ etmesidir. Zikir artık onun tabiî hâlidir ve hiç bir türlü ayırmak mümkün olmaz. Dördüncüsü de: Mezkûr olan Zât-ı eceli ü a'lâ'nın kalbde tecellîye devamıdır ki, artık zikirden fariğ olunur ve zikre dönülmez. Bu gayb hâline, fena fillah denir ki, zâkirin bu halde iken zikre dönmesini hicab addetmişlerdir. (Kitab-ül-Erbaîn fî Usûl-id-Dîn lil İmâm el-Gazâlî)Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, "Sizler Cennet bahçelerine uğradığınız zaman onun mey valarından yiyiniz" buyurmuşlar. Bunun üzerine, eshâb-ı kiram, "Cennet bahçesinden murâd nedir?" diye sormuşlar; Efendimiz (s.a.s.), "Zikir halkasıdır. Yâ'ni, zikir meclisleri, adetâ birer Cennet bahçesine benzetilmişdir ve bu zikir meclislerine uğradığınız vakitlerde behemehal sizler de onlara uyup zikirlerine iştirak ediniz veya dinleyiniz. Zîrâ orası, hâlen ve meâlen tıpkı bir Cennet bahçesidir" buyurmuşlardır.Müslim ve Tirmizî (r.a)'mn Ebû Hureyre ve Ebû Saîd-el-Hudrî Hazretlerinden rivayetlerinde: "Hiç bir zikir meclisi yokdur ki, Allâhü teâlâ Hazretlerini zikirleri esnasında, melekler onları tavaf edip şereflendirmiş olmasınlar. Rahmet-i ilâhî onları ihata ve gaşy eder de, üzerlerine bir sekine nazil olur ve Cenâb-ı Hak onları kendi nezdindeki meleklerine göstererek, bakın benim şu kullarıma, diyerek onlarla iftihar eder." Müslim (rh.a)'in Muâviye (r .a)'den rivayetinde Resûl-ü Ekrem Efendimiz, Eshâbdan bir cemâate uğradılar ve onlara niçin böyle toplandıklarını sordular. Cevablarında: "Allâhü teâlâ Hazretlerini zikr ve hamd etmek için toplandık" dediler. O zaman Efendimiz (s.a.s.) buyurdular ki: "Şimdi Cebrail (a.s.) geldi ve bana haber verdi ki, Allah tebâreke ve teâlâ Hazretleri sizlerle meleklerine mübâhât etmektedir." İbni Âbidîn (k.s.) Hazretleri, cemâat hâlinde zikrin faziletini beyân sadedinde, "Bir kişinin sesi ile bir cemâatin hep bir ağızdan seslenmeleri bir olur mu? Cemâatin hep bir kalb üzere olan zikirlerinin, hicabların ref i hususunda çok büyük te'sîri vardır!' buyurmuşdur. Lahn-ı Hafî İSE..Gizli hatâ olup, ancak tecvîd ilmi ile uğraşanlar bilir. Lahn-i hafîde mânâ bozulmaz. İhfâyı, iklâbı vb. yapmamak, kalın okunacak yerde ince, ince okunacak yerde kalın okumak, uzatılacak yerde kısa okumak, kısa okunacak yerde uzatarak okumak gibi. (İbn-i Âbidîn) Tecvid kurallarına uymadan Kur'a-nı Kerim okumaya LAHN denir. 1-) Lahn-ı Celi: Açık açık yapılan hata demektir.Bu hata harfin aslını değiştirip,başka bir harf yapar. a)Hemze harfini ayn veya he gibi okumak, Tı harfini te veya dal gibi okumak, Kaf harfini kef gibi okumak, sad harfini sin gibi okumak. b)Üzerinde vakıf yapılan kelimenin son harfine bir harf ilave eder gibi, yahut kalkalede aşırıya kaçıp hemze var gibi okumak. c)Meddi tabileri yok etmek, harfin harekesini değiştirmek veya sakini harekelr gibi okumak. Mana bozulmamış olsa bile bu şekilde hatalar Cemi Kurraya göre HARAMDIR. 2-)Lahn-i Hafi: Gizli hata demektir.Kaideleri bozar. a) İhfayı izhar gibi,izharı ihfa gibi okumak.Meal gunneyi-bila gunne gibi, bila gunneyi-meal gunnne gibi okumak. b) "Ra" harfinin tekririni, veya "nun" harfinin gunnesini, yahur "şin" harfinin tefeşşisini yok etmek veya belirsiz okumak."Lam" ve "ra" harflerini ince okuyacakken kalın, kalın okuyacakken ince okumak. Lahn yapmanın hükmü..-Lahn-ı Celi yapmak Eimme-i kurra'ya göre haramdır.Bu şekilde okumaya devam edenler azaba maruz kalacaklardır.Zira öğrenmenin hükmü "Farz-ı Ayın" dır. -Lahn-i Hafinin ise 1. bölümü tenzihen mekruh, 2. bölümü tahrimen mekruhtur.Dalâlet ve ilhad erbabının türemesinden sonra şaz kıraatlar artmış ve çoğalmıştır. Bu hususta ileri giden bid'atçıların en meşhurları İbn Şenebuz (ö. 328/940) ve Ebû Bekr Attar (ö. 354/965)'dır. Bu şahıslar şaz kıraat ortaya çıkarmaya çalışan bid'atçıların sonuncularıdır. Şaz kıraatlar devri geçtikten sonra kıraatta lâhin yapılarak teganni ile okuma bid'atı ortaya çıkmıştır. Bu dönemdeki bid'atçılar çeşitli şekillerde lahin yapmışlardır. Bunlar da dört gruptur: 1. Ter'îd; soğuktan titrer gibi sesi titretmek. 2. Terkîs; sakinden harekeye zıplar gibi hızla atlayıp geçmek. 3. Tartîb; medleri uzatarak terennüm ve teganni etmek. 4. Tahzîn; sese ağlar gibi hazin bir edâ vermek. İlk lâhin yapan Ubeydullah b. Ebî Bekre'dir. Hazin bir ses ile Kur'ân okuyarak, lâhin yapan bu şahıstan sonra torunu Abdullah b. Ömer b. Ubeydullah b. Ebî Bekre ondan bu tarz kıraatı öğrenmiştir. Ondan Ebâzî, Ebâzî'den de Sa'd b. Allâf bu kıraat tarzını öğrenmişlerdir. Sa'd b. Allâf, Harun Reşid'in ilgisini çekmiş ve onun yanında bulunarak onun hususi kâri'î olmuştur. Hatta "emirul mü'minin" kari'î olmuştur. Daha sonra Heyşem, Ebân ve İbn A'yen gibi kâriler ortaya çıkmış ve kıraatta lâhin yapmayı yaygınlaştırmışlardır. Sahâbî ve Tabiîn döneminde bu tür bir kıraat yoktur. Lahn, lahn-i celî ve lahn-i hafi olmak üzere iki kısımdır. Lahn-i celî; açıktan belli olan hata anlamındadır. Gerek Kur'ân ve kıraat ilmi mütehassıslarının, gerekse Kur'ân okumayı bilen hemen herkesin farkedip anlayabileceği hatalı okuyuşlardır. Harflerin aslî sıfatları ve mahreçleri üzerinde, harekelerde ve sükûnlarda yapılan hatalar bunlardandır. Bu hatalar çoğu zaman namazı bozabilir. Lahn-i hafi; gizli hata anlamındadır. Kur'ân okunurken yalnız Kur'ân ve kıraat ilmi konusunda ehil olan kişilerin farkedebileceği hatalara lahn-i hafi denir. Tecvid kurallarına uyulmaması halinde meydana gelen hatalar bu çeşit hatalardandır. Lahn-i hafi namazı bozmaz. Kıraat ilmi başlıca: Mütevatir, meşhur, ahad, şaz ve mevzu olmak sureti ile beş ayrı bölüme ayrılmıştır. 1..) Mütevatir Kıraat: Yalan üzerine ittifak etmeyen kalabalık bir topluluğun rivayet ettiği ve rivayetin senedinin sonuna kadar ulaştığı kıraattır. Kıraatların büyük çoğunluğunu , mütevatir kıraat teşkil etmektedir. 2..) Meşhur Kıraat: Bu kıraat, senedi sahih olmakla beraber, mütevatir derecesine ulaşamayan kıraattır. Bunun böyle olması, Arap dili kaidelerine ve hattına uygun olduğu halde, Kurra nezdinde meşhur olan galat ve şaz kıraatlerden sayılmayan kıraatlerdir. Bununla Kur’an’ın okunabileceği söylenmiştir. 3..) Ahad Kıraat: Bu kıraat, senedi sahih olan, Kur’an hattına veya Arap diline muhalif düşen ve Meşhur kıraat derecesine ulaşamayan kıraatlerdir. Bununla Kur’an’ın okunması caiz değildir denilmiştir. 4..) Şaz Kıraat:Bu kıraat, senedi sahih olmayan kıraattır. 5..) Mevzu Kıraat:Bu, uydurma bir kıraattır. Kıraatte Lahn Yapmak اللـــحـــن Lahn; lügatte güzel ve kaideli ses anlamına gelebildiği gibi, kaideye uymayan yanlış okuyuş manasına da gelmektedir. Şu ayette belirtildiğine göre, söz söyleme üslubu manasına gelmektedir: "Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın.” [7] Sözün lahn’i, söyleniş tarzı, edası, üslubu yahut eğimi, kırımı demek olur ki, nitekim i’rab [8] veya Tecvid’de yapılan hataya da lahn denilir. [9] Kıraat alimleri tecvidsiz kıraatı lahn sayarlar. [10] Tecvid’de yapılan LAHN iki kısımdır: Birisi, (الجلي) Celi (açık) lahn, diğeri (اللحن الخفي) Hafi (gizli) lahn’dir. (اللحن الجلي) Lahn-i Celi: Harflerin kendisinde ayrılması mümkün olmayan lazimi sıfatlarında ve zatlarında yapılan hatalara denir. Bir harfi başka bir harf ile değiştirmek, mahrecinden çıkarmamak, harekeyi yanlış okumak, sakin harfi harekeli, harekeliyi sakin okumak, tabii meddi terk etmek gibi hatalardır. (اللحن الخفي) Lahn-i Hafi:Harflerin arızi sıfatlarında yapılan hatalara denilir. İhfayı, iklabı, izharı, idğamı, ğunneyi… terk etmek, ince okunacak harfleri kalın, kalın okunacakları ince okumak, med miktarlarını lüzumsuzca uzatmak veya noksan yapmak gibi hatalardır. Lahn; esas itibarı ile Kur’an okurken ve teğanniye giderken yapılır. Bir diğeri de tecvid kural ve kaidelerinin zihinde tam yer almaması sebebi ile meydana gelir. Celi olan Lahn, herkes tarafından hissedilecek derecede açık olan lahn’dir. Hafi olan Lahn ise; Kur’an okuyuşu hususunda ehliyetli kimseler tarafından hissedilebilecek hataları içerir. Her ne kadar bu Lahn manayı çoğunlukla bozmazsa da, yine de okuyuştaki bu hatayı düzeltmek lazım gelir. Eğer bir yerde namaz kılınacaksa, tecvid ve kıraat ilminde bu tür hataları yapmayanlar tercih edilmelidir. Lahn, dört şekilde olabilir: Birinci şekil i’rabda hatadır. Yani harekelerde ve sükunda olabilir. Mesela, şeddeyi hafif okur veya medleri (uzunları) kısa okur veya bunların aksini yapar. İkinci şekilde, harflerde olur; harfin yerini değiştirir veya harf ilave eder, yahut azaltır. Veyahut harfi ileri geri alır. Üçüncü hata, kelimelerde ve cümlelerde olur. Nihayet, vakf ve vaslde hata olur. Yani duracak yerde durmaz, geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü şekil hatada, mana değişse de bozulmaz. İlk üç şekilde, mânâyı değiştirip, küfre sebep olacak mana hasıl olursa, namazı bozar. Lahn’in Hükmü: Lahn; bir harfi, başka harf okumak şeklinde olursa, harfler çok farklı ise, manayı bozar. Mesela, sad yerine ta söylemek, Salihat yerine talihat okumak. İhlas suresinde Ehad yerine ehat demek gibi. Harflerin farkı az ise, çok alimler, mana değişirse, eğer bilerek okudu ise, bozulur; ağzından kaçtı ise, bozulmaz dediler. Dad yerine Zı demek, Sin yerine Sad, Te yerine Tı demek gibi. Fetva böyle ise de, ihtiyatlı olmak lazımdır. Daalliyn yerine Zaalliyn böyledir. Kelimeyi değiştirince, mana bozulursa, Kur’an-ı kerimde benzeri bulunsa da bozar. Mana değişmezse, bozmaz. Memleketimizde bu tür hataya düşen kariler çoktur. Eski bilginler bu gibi imamların ardında kılınan namazın iadesi gerektiği yolunda görüş belirtirler. Hulasa; Kur’an okuyan her müslüman erkek ve kadının, okuyuşunu Lahn’i Celi’den koruması farz-ı ayn’dır. Çünkü açıktan yapılan hatalar, çoğu yerde namazı bozar. Fakat bilinemeyecek şekilde yapılan küçük hatalar, namazı bozmaz. Alimlerimiz buyururlar ki: Eğer Lahn, manayı fazlaca bozar ve namaz kılan kimse, bunu kasden yapmış olursa, o kimse kafir olur, demişlerdir. Bu bakımdan her müslüman erkek ve kadına, Kur’an’da lahn-i celi’den kendini kurtaracak kadar tecvid ilmini öğrenmek farz-ı ayndır.Kur’an-ı Kerim’i okuyuş tarzı: Kur’an’ın kıraat olunuş keyfiyetini alimler üç kısma ayırmışlardır. Bunlardan birincisi: Tahkik, ikincisi Hadr, üçüncüsü ise Tedvir’dir. AHFA: Beş cevherin en latifi ve en küllisidir. Ehadiyet itibariyle en özü ve özetidir.Hafi’nin üzerinde ve merkezindedir. Hepsinden ziyade birinci cevherdir ve merkezdir.Zat, sıfat ve şunu ilahiye dediğimiz alem-i emr’in, en külli ve vasıtasız tecelli ve temerküz yeridir.Allah’ın, (cc) zatına ve ehadiyetine numune ve ayinedir. Bütün mükevvenat, en geniş ve ihatalı olarak, Ahfa’nın muhiti ve çevresidir. Yani kainat, en külli halk alemi olarak, nasıl emr aleminin en külli ve geniş tezahürüne ve tecellisine mazhar ise; Ahfa da, o ağacın çekirdeği gibi, alemin özü ve özeti olup, kainatta külli olarak tecelli eden emr aleminin, perdesiz ve ehadiyetle tecelli merkezidir. Ayrıca Ahfa; Halk alemi itibariyle, Resul-ü Kibriya (a.s.v.)’nın zatına, makamına, davasına ve kainatla münasebetine baktığı gibi; emr alemi itibariyle de, O’nun mahiyetine, keyfiyetine ve hakikatine bakar. Sualle ilgili teferruata taalluk eden bir misal daha verebiliriz: Bu beş cevher; her biri kainattaki ayrı ayrı kozmik renkleri de temsil ederler. Kalp kırmızı, Ruh sarı, Sır beyaz, Hafi siyah, Ahfa ise yeşil renkleri temsil ederler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

https://twitter.com/kanaryamfenerli