13 Eylül 2014 Cumartesi

MURAD-I MÜNZEVİ H.Z.

https://twitter.com/kanaryamfenerli _/\/\____________/\/\_____________ KANARYAM █▓▒░▒▓█ FENERLİ ¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯\/\/¯¯¯¯¯¯¯¯¯ İstanbul'da medfun Allah dostlarından biri olan Murâd-ı Münzevî Hazretleri, 3 yaşındayken ayakları felç oldu. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha fazla dünyayı dolaştı. Nice gözler, baktıkları halde görmezken, nice ayaklar yürüyebildikleri halde 'gidilmesi gerekene' gitmezken, Murâd-ı Münzevî doğduğu Buhâra şehrinden, babasının vazîfe yaptığı Semerkand'a, daha sonra ilim tahsili için Keşmir'e, oradan Hicaz'a, Hindistan'a, Bağdat'a, İsfahan'a, Belh'e, Kâhire'ye, Şam'a, nihâyet İstanbul'a seyahat etti. Tam 5 defâ da hacca gitti. İstanbul’un en büyük üç evliyâsından bir olarak kabul edilir. Kabri, Edirnekapı dışında, Eyüp sırtlarındaki Münzevî Câmii karşısındadır. 1644’de Buhara’da doğdu. 1719’da İstanbul’da vefât etti. Küçük yaştan itibaren ilim tahsili yaptı. Din ve fen bilgilerinde olgunlaştı. Kâbe’yi ve Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyaret etti. Hindistan’a gidip, İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin oğlu olan büyük evliyâ Muhammed Mâsum hazretlerinin yanında tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı. Oradan icazet alarak, Hicaz, Bağdat, İsfehan, Buhara, Belh, Semerkant, Kâhire şehirlerinde ilim tahsili yaptı. Sonra Şam şehrine geldi. Burada, Sultan Mustafa Hân kendisine ihsanlarda bulunup Şam’da ve Suruç’ta medrese yaptırdı. Mekke, Şam ve Bursa’da da ilim öğreterek İstanbul’a geldi. Eyüp civarında şimdi kabrinin bulunduğu yerde, İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Pek çok kerametleri görüldü. Üç yaşında ayakları felç olan Allah dostu Murad-ı Münzavi (kaddesallahu sırrahu) doğduğu Buhara’dan çıkmış yola, Hindistan’a, Şam’a, Mekke’ye, Medine’ye oralardan da sultanlar sultanı Eyüp Sultan’ın mekânına gelmiş.Âriflerden Mustafa Bekrî şöyle anlatır: "Murâd-ı Münzevî ile birkaç kere görüştüm. Onun simâsında, yüzünde Allah adamlarının alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saâdettir. Murâd-ı Münzevî, (İmam-ı Rabbani Hz.nin oğlu ve halifesi Şeyh) Muhammed Ma'sûm'un bir talebesidir. Şeyh Abdülkerîm Kattân bana, Murâd-ı Münzevî'nin Resûlullah Efendimizin sünnet-i seniyyesine olan bağlılığından çok bahseder, onunla görüşmeye teşvik ederdi. Hattâ Murâd-ı Münzevî'yi bir gece rüyâmda üç defâ gördüm."ŞerbetŞam ulemâsından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrîzâde Halil Efendi İstanbul’da ilim tahsîli yapıp kâdı olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr’in neslinden olduğu için Bekrîzâde denmekle meşhur olan bu zât şöyle nakletmiştir: “Şeyh Murâd Efendi hazretleri, İstanbul’da Hz. Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi civârında ikâmet ederdi.Hindî'dir. Molla Abdurrahîm, Murâd-ı Münzevî'ye çok hürmet ederdi. Ona çok bağlıydı. Hattâ, onun ilim ve ameldeki makâmına hayrandı. Molla Abdurrahîm yüksek hâller, dereceler sâhibiydi. Bu sebeble, Murâd-ı Münzevî'nin derecesini herkesten daha iyi biliyordu. Çünkü o, gözünden mânevî perdelerin kaldırıldığı bir zâttı. Murâd-ı Münzevî (ks) Şam’da yaşadığı dönemde, şehrin ileri gelenlerinden birisi onu misafirliğe davet eder. Murâd-ı Münzevî hazretleri de davete yalnız gitmemek için Molla Abdurrahîm’in de davet edilmesini ister. Ev sahibi, Molla Abdürrahim’e giderek, Murâd-ı Münzevî’nin kendisi ile beraber misafirliğe gelmesini istediğini söyleyerek onu da davet eder.Davete Murâd-ı Münzevî ve Molla Abdurrahim katılırlar. Davette küçük bir hoşnutsuzluk olur, Molla Abdurrahîm daveti yarıda bırakarak oradan ayrılır.Evine gittiğinde için için kendini yemektedir. Düştüğü durumdan Murâd-ı Münzevî hazretlerini sorumlu tutar. “Keşke Şeyh Murâd-ı Münzevî, ev sâhibine beni çağırttırmasaydı.” Diye düşünür. Bir ara uykuya dalar. Rüyâsında Murâd-ı Münzevî’yi görür huzûruna varıp selâm verir. Münzevî ona dönüp; “Sizin bize ihtiyâcınız yok.” deyip, onun hâlini beğenmediğini ifâde eden bir tavır takınır. Molla Abdurrahîm heyecanla uykudan uyanır. Hemen Murâd-ı Münzevî’nin evine gider. Yüreği yanmıştır. Pişmandır. Murâd-ı Münzevî onu görünce: “Geldin mi?” buyurur O da; “Evet efendim” deyip özür diler. Murâd-ı Münzevî’nin elini öperek, Onun kapısından bir daha ayrılmaz. İstanbul"da medfun bulunan en büyük üç evliyadan biridir. 1644 (H.1054) senesinde Buhara"da doğdu. Seyyid olup, nesebi şöyledir: Seyyid Muhammed Murad İbn-i Seyyid Ali İbn-i Seyyid Davud bin İmam Ekmel Kemalüddin bin Ali eş-Şehir İbn-i Hümam Salihülkadi bin Muhammed bin Ömer bin Şuayb bin Hud bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Musa bin Cafer bin Muhammed bin Ali bin Zeynel Abidin ibni Hüseyin bin Ali bin Ebi Talib radıyallahü anhüma. 1719 (H.1132) senesinde Rebiü"l-ahir ayının on ikisinde Salı gecesi İstanbul"da vefat etti. Cenaze namazı Eyüp Sultan Camiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Münzevi Camii karşısındaki medresenin dershanesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmud Hanın devri şeyhülislamlarından Ahmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzuruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkar da olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hal kazanırlardı. Murad-ı Münzevi"nin babası, Semerkand beldesinin Nakib-ül-eşrafı (seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenen makamın idarecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir halde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyayı dolaştı. Tahsil yaşına gelince; ilim, fazilet ve kemal elde etmeye başladı. Keşmir"e gitti. İlim tahsiline devam edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı.Sevenlerinin yardımı ile Kabe-i muazzamayı ve Resulullah efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Sonra Hindistan"a gitti. Akli ve nakli ilimleri, maddi ve manevi kemalatı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilayet, velilik makamına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olan Muhammed Ma"sum Faruki hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemale geldi. İcazet, diploma aldı. Mürşid-i kamil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zat olarak tekrar Hicaz"a geldi. Hicaz"da üç sene kaldı. Sonra Bağdat"a gitti. Burada büyük zatları ziyaret etti. Sonra İsfehan"dan Buhara"ya gitti. Belh ve Semerkand"daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdat"a gitti. Oradan üçüncü defa hacca gitti. Sonra Mısır ve Kahire"ye buradan da Şam"a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikamet etti ve evlendi. Şam"da pek çok kimse ziyaretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Han ona Şam"da bir köy verdi. Bu köy hala onun adıyla meşhurdur. Murad-ı Münzevi"nin bereketiyle zalimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Muradi Medresesi diye anılan bir ilim yuvası haline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyaçları için vakıflar kurdu. 1681 (H. 1092) senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul"u teşrif etti. Eyyub Sultan semtinde, Eyyub Sultan hazretlerinin kabri civarında ikamet etti. Bu arada dördüncü defa hacca gitti. Hac dönüşü Şam"a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defa Hicaz"a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Taliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) senesinde ikinci defa İstanbul"u şereflendirdi. Bu defa Yavuz Selim"de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikamet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murad-ı Münzevi bir ara Bursa"ya gitti. Bir müddet Bursa"da ikametten sonra, tekrar İstanbul"a döndü. Eyyub"de, Reis-ül-etibba Nuh Efendi yalısında kaldı. Eyyub Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murad Dergahında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerametleri her tarafa yayıldı. Muhibbi, İbn-i Abdülhadi diye bilinen Şeyh Muhammed bin Ahmed Ömeri"nin hayatını anlatırken şöyle der: "İbn-i Abdülhadi vefat ettiği gün, büyük alim Murad-ı Münzevi, Katife denilen yerde bulunuyordu. Arkadaşları ile beraber münasib bir saatte Şam"a gitmeyi kararlaştırdılar. Ancak bir müddet sonra yola çıkacakları zaman kendisine yolların korkulu ve tehlikeli olduğu, arkadaşsız yola çıkmanın mümkün olmayacağı söylendi. O ise; "Mühim bir şey oldu. Mutlaka ona yetişmem lazım." dedi. Bir ata binerek yola koyuldu. Biz de peşine takıldık. Ona, Düme denilen yerde yetişebildik. Burada bize Şeyh Muhammed Abdülhadi"nin vefat ettiğini haber verdiler. Şam"a vardığımızda Murad-ı Münzevi atından inmeden doğruca Emevi Camiine gitti. İbn-i Abdülhadi"nin cenaze namazına yetişti."Muhammed Bediri Dimyati şöyle anlattı: "Bir kere Murad-ı Münzevi"yi ziyaret etmiştim. Huzuruna varınca, Allahü Tealanın vergisi olan ilimlerin diğer ilimlere olan üstünlüğünü uzun uzun anlattı." Şam ulemasından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrizade Halil Efendi İstanbul"da ilim tahsili yapıp kadı olmuştu. Hazret-i Ebu Bekr"in neslinden olduğu için Bekrizade denmekle meşhur olan bu zat şöyle nakletmiştir: "Şeyh Murad Efendi hazretleri İstanbul"da hazret-i Eyyub el-Ensari"nin türbesi civarında ikamet ederdi. Dergahında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz saçardı. Ben de devamlı ziyaretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim hazret-i Ebu Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikramda bulunurdu. Adeti üzere kahve ve tatlı ikram eder ve bu ikramı her defasında yapardı. Bazen da kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir çeşit tatlıdan ikram edilmesini emrederek, çok yakın ve samimi iltifatta bulunurdu. Yine bir gün ziyaretine gidiyordum. Giderken macun şeklindeki hususi tatlısından yemeyi canım çok istedi. Kendi kendime ben herkese ikram edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan isterim. Benim bu arzumu keşif ve kerametiyle anlayıp ikram etseler diye düşündüm. Bu düşünce ile huzuruna vardım. Oturduktan sonra hizmetçisi adet üzere herkese ikram edilen tatlıdan getirip bana ikram etti. Hizmetçi o tatlıyı bana verirken Murad Efendi hazretleri hizmetçiye; "Yok yok! Git bizim macundan getir." buyurdu. Hizmetçi derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben de alıp yedim. Şeyh Murad Efendi bana bakıp tebessüm ederek; "Bir kaşık daha yiyin, arzu ettiğiniz macundandır." dedi. Ben hayret içinde, mahcub oldum. Sonra sohbet ve nasihat ederek buyurdu ki: "Siz hazret-i Ebu Bekr"in torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. Malumunuz, keşf ve keramet derecesine yükselmek ve harika göstermek sizden umulur, buna siz layıksınız. Biz sizlere göre yabancı sayılırız. Hal böyleyken sizin kalkıp bunları bizden beklemeniz layık mıdır? Bu garib bir iş değil midir?" Murad-ı Münzevi hazretleri şöyle anlatmışlardır: "Bir defasında İstanbul"a gitmiştim. Kalmaya niyetim yoktu. Hemen yola çıkacaktım. Lakin Ramazan-ı şerif girdi arkasından da kış başladı. O kış İstanbul"da kaldım. Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu fakire, adam gönderip dua isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethüdası geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin AhmedAğa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince; "Acaba bu vakitte bize dua etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?" diye vezir beni gönderdi. Selam söyledi." dedi.Ben de dedim ki: "Biz Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki, mübarek vakitlerde ve namazlardan sonra selatin-i İslama ve ümeray-ı İslamiyyeye dua etmemiz lazımdır. Fakat mahalli icabet oldunuz dedim. "Mahalli icabet" ne demektir dedi. Dedim ki daha önceden bir mazlumun bedduasını almışsınız. Mazlumun bedduası hakkında Resulullah efendimiz; Allahü Teala mazlumun duası için; "Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim." buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harab olmuştur, deyip halini itiraf etti." Murad-ı Münzevi dergahını yaptıran Şeyhülislam Minkarizade Yahya Efendinin damadı Çankırılı Mustafa Efendi idi. Burası medrese olmak üzere bina edildi. Vakfeden zatın oğlu da Ebü"l-Hayr AhmedEfendi olup, 1731 (H.1144) senesinde şeyhülislam oldu. 1741 senesinde vefat edince, dergah ta pederi yanına defnolundu. SultanMahmud Hanın şeyhülislamlarından olan Ebü"l-Hayr Ahmed Efendi, Murad-ı Münzevi vefat ettiğinde, onu medresenin dershanesine defnettirdi. Medreseyi de dergaha tebdil ettirdi. Sonraları Murad-ı Münzevi"nin mübarek türbesi yıkılmak üzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tamir edildi. Murad-ı Münzevi"nin kabrini ziyaret edenler, orada ruhani bir zevk ve lezzet duyarlar. Celveti büyüklerinden İsmail HakkıBursevi hazretleri, Ahidname"sinde; "İlahi aşk sahiplerine, Murad-ı Münzevi"nin kabrini ziyaret etmek lazımdır. Bereketi görülen makamlardandır." buyurmuştur. Murad-ı Münzevi hazretleri buyurdu ki: Vakti ganimet bilmek lazımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin afetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler hevada toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin afetlerinden biri de lehv ve la"b yani boş faydasız iştir. Lehv ve la"b öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la"b olan işlerle meşgul olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la"bdır. Biri de abes, lüzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgul olmak, kişiyi lehv ve la"ba sürükler. İlim iki kısımdır; biri itikada, biri de amele ait ilimdir. İtikad ile ilgili olanı, Allahü Tealayı sıfat-ı subutiyye ve sıfat-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller üç çeşittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şöyle bir misalle anlatılır: Bir kimse çarşıdan ekmek almak istese bütün kuvvetleri ve hassaları ile bu işe teşebbüs eder. Ayağı ile yürür, gözü ile görür, kulağı ile işitir, aklı ile bilir. Hasılı bütün azaları ve hassaları ile hareket eder. Bunun neticesi yemektir. Yemek ise tabii bir iştir. Yemekte hayvanlar ile müştereklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve içmek için bu kadar önem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yönelişle bütün gücü ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dünyada, insana bitmeyen bir vakit (ömür) verilmemiştir. İnsan için bir ecel (belli bir ömür) vardır. Bu ecel (ömür) de herkese nasib değildir. Zira büluğ çağına kadar olan zamanı saymadılar. Bir kimse büluğ çağına erse, mazi geçmiştir. Artık ona hiçbir suretle ulaşılamaz. İstikbalin ise geleceği malum değildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat"i olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir. Allahü Teala insanı kalp ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemale ermesi, Peygamber efendimizde son bulmuştur. Ümmetine ise bu kemalattan O"na tabi oldukları kadar ulaşmıştır. Resulullah vasıta olmadan kemalat gelmez. Allahü Tealanın adeti böyledir. Eshab-ı kiram bu kemalatı Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemden almıştır. Tabiin ise onlar vasıtasıyla almışlardır. Bazıları da daha çok vasıta ile almışlardır. O halde herkesin zahiri ve batıni kemalatı ancak Resulullah aleyhisselam vasıtasıyladır. Bütün bu olgunluklara kavuşmanın yolu, Allahü Tealaya muhabbettir. Bu muhabbetin ele geçmesi ise Resulüne tabi olmakladır. Nitekim Allahü Teala Kur"an-ı kerimde mealen; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü Tealayı seviyorsanız ve Allahü Tealanın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tabi olunuz. Allahü Teala, bana tabi olanları sever." buyuruyor. (Al-i İmran suresi: 31) O halde bu kemalata, olgunluklara kavuşmanın Resulullah"a tabi olmaktan başka yolu yoktur. İttiba da iki kısımdır. Biri zahiren, diğeri batınen tabi olmaktır. Zahiren tabi olmak alimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Alimler Resulullah"ın emirlerini, sözlerini ve işlerini noksansız ve ilavesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir. Bunlar fıkıh ilmi, hadis ilmi ve tefsir ilminde bildirilmiştir. Batınen tabi olmak ise Resulullah"ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlakta tabi olmaktır. Bunların bir kısmını ulema beyan etmişlerdir. Lakin tamamını beyan etmeye kelimeler ve ibareler kafi değildir. Ancak batınen mana anlatılabilir. Bu işle de meşayıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir." "Muhabbet kesbi değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbidir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar." "Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen talibe üç şey lazımdır; taleb, çalışmak, ilim." "Kul ile Rabbi arasında olan muamele, henüz sütten yeni kesilmiş masum bir çocuk ile annesi arasında olan muamele gibi olmalıdır. Masum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur." "Allahü Teala insanın yüreğine ruh alemin den bir gönül yani kalb yerleştirmiştir. Bu gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi hususiyetleri vardır. Mesela bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O"nu sevmek, rızasına kavuşmayı arzu etmek, Allahü Tealanın rızasına kavuşmanın yolu olan Resulullah"a her bakımdan tabi olmak, O"ndan başka her şeyden alakayı kesmek, bu geçici dünyada kalb huzuru içinde vakti Allahü Tealaya ibadetle geçirmek ve Allahü Tealanın rızasına muvafık şekilde konuşmak layıktır. Böyle bir gönüle sahip olmayan bir kimse, insan suretinde bir mahluktur. Böyle bir seadetten mahrum olan kimse, kat"i olarak hastadır. Bunun ilacı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü Tealaya yalvarmak, kabulünü, tevfikini ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü Tealanın ve kulların haklarını ödemek, hak sahiplerini razı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sahip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat"i karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azimetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid"at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her halinde Resul-i ekreme ve O"nun Eshab-ı kiramına tabi olmalıdır." Murad-ı Münzevi"nin eserlerinden bazıları şunlardır: 1) El-Müfredat-il- Kur"aniyyeTefsiri: Çok kıymetli olup, tefsirler; Arabi, Farisi ve Türkçe bir aradadır. 2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Süluki vel-Edeb, 3) Risale fit- Tasavvuf, 4) Mektubat veMelfuzat, yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinde vardır. Murad-ı Münzevi hazretleri buyurdu ki: İtikadda ehl-i hak, yani Ehl-i sünnet ve cemaat itikadı üzere bulunup, bilinmesi zaruri olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir. Kalbinde Allahü Tealanın rızasından başka bir şey bulunmaması için, doğruluk ve ihlas ta kemal sahibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde daima Allahü Tealayı anmalı, bunda asla gevşeklik göstermemelidir. Allahü Tealadan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü Teala dan başkası hatıra geldikçe istigfar okumalı, masivadan kurtarması için Allahü Teala ya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzuruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa masivayı (Allah"tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zahirde halk ile batında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü Tealanın rızasından başkası kalmamalı, masivayı tamamen unutmalı, nefsi de benlik davasından kurtarıp, kalp huzuru ve rahatlığı ile kulluğa dair bütün vazifeleri yapmalıdır. BöyleceAllahü Tealanın lütuf ve ihsanı ile fani-fillah ve baki-billah olunur ve Allahü Tealanın pekçok feyz ve marifetlerine kavuşulur. Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbatı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yani "La ilahe illallah Muhammedün resulullah"ı çok söylemelidir... Manası; hak olan mabud yalnız Allahü Tealanın zat-ı pakidir. O"nun rızasından başka hakiki bir maksud yoktur. Muhammed aleyhisselam, Allahü Tealanın resulüdür. O"na tabi olmak vacibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seadete kavuşulur. Mustafa Bekri şöyle dedi: "Bana da Bediri anlattı: "Murad-ı Münzevi"ye buğzedip onu kötüleyen birisi ile görüşmüştüm. Bana ona buğzetmeyi icabettiren bir şey anlatmıştı. Ben de ona muvafakat etmiştim. O şahsa da Murad-ı Münzevi"nin yanına çok gittiğimi, bundan sonra onun yanına gitmiyeceğimi söyledim. Ertesi gün beni seven aile dostlarımdan birisi geldi ve; "Haydi Murad-ı Münzevi"nin ziyaretine gidelim." dedi. Onu kırmayıp teklifini kabul ettim. Fakat içimden de bu teklifi çabucak kabul etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; "Hani sen onun ziyaretine gitmeyeceğine söz vermiştin ya!" dedim. Bu sırada nefsimin çok mahcub olduğunu gördüm. Buna rağmen Murad-ı Münzevi"yi ziyarete gittim. Ancak her zamanki gidişlerimde hemen huzuruna girerdim. Fakat bu sefer bana: "Biraz bekle, Münzevi"nin bir mazereti var." kabilinden sözler söylediler. Bunun üzerine oturup kendi kendimi kınamaya; "Böyle eşiklerde oturup beklemeye niçin razı oluyorsun. Hem sen bir daha ziyarete gelmiyeceğine karar vermemiş miydin?" demeye başladım. Bir saat sonra bana ve arkadaşıma izin verildi. Onunla beraber Murad-ı Münzevi"nin huzuruna girdik. Beni yakınına çağırdı ve selam verdi. Sonra arkadaşıma döndü ve şöyle dedi: "Dün şöyle bir şey oldu. İnsanlardan birisinin yanına başka birisi geldi. İkisi beraber birisine dil uzattılar. Birisi; "O şöyledir." dedi. Diğeri onu tasdik etti." diyerek bir gün önce olan şeyleri bir bir saydı. Dünkü zemmedip kötülediğimiz hali aynen anlattı. Sonra bana döndü; "Bu anlattıklarım oldu mu?" buyurdu. Ben de; "Evet efendim." diyerek özür diledim. "Hayır olmadı." diye inkar etmedim. Sonra; "Şimdi zemden, kötülemekten vazgeçtim. Dünkü zem halimiz geçici bir şeydi. Şimdi o hal geçti. Şeytan aramıza girdi. Allahü Teala onu sizin vesilenizle def eyledi" dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dair bilgiler öğrendim. Bana lüzumlu bilgileri yazdı. Murad-ı Münzevi"nin pek yüksek halleri vardı." 1. El Müfredât’il Kur’âniyye (tefsîri): Çok kıymetli olup tefsirinde, Arapça, Farça ve Türkçe bir arada kullanılmıştır. 2. Silsiletü’z Zeheb fis’Sülûki vel-Edeb, 3. Risâle fit Tasavvuf, 4. Mektûbât ve Melfûzat. Yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinde vardır. İstanbul’a her türlü araçla ulaşmak mümkündür. Deniz yada kara yolu ile Eyüp’e geçilir. Burandan Nişanca’da ki türbesine ulaşmak mümkündür. Muhammed Bediri Dimyati şöyle anlattı: "Bir kere Murad-ı Münzevi"yi ziyaret etmiştim. Huzuruna varınca, Allahü Tealanın vergisi olan ilimlerin diğer ilimlere olan üstünlüğünü uzun uzun anlattı." Şam ulemasından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrizade Halil Efendi İstanbul"da ilim tahsili yapıp kadı olmuştu. Hazret-i Ebu Bekr"in neslinden olduğu için Bekrizade denmekle meşhur olan bu zat şöyle nakletmiştir: "Şeyh Murad Efendi hazretleri İstanbul"da hazret-i Eyyub el-Ensari"nin türbesi civarında ikamet ederdi. Dergahında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz saçardı. Ben de devamlı ziyaretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim hazret-i Ebu Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikramda bulunurdu. Adeti üzere kahve ve tatlı ikram eder ve bu ikramı her defasında yapardı. Bazen da kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir çeşit tatlıdan ikram edilmesini emrederek, çok yakın ve samimi iltifatta bulunurdu. Yine bir gün ziyaretine gidiyordum. Giderken macun şeklindeki hususi tatlısından yemeyi canım çok istedi. Kendi kendime ben herkese ikram edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan isterim. Benim bu arzumu keşif ve kerametiyle anlayıp ikram etseler diye düşündüm. Bu düşünce ile huzuruna vardım. Oturduktan sonra hizmetçisi adet üzere herkese ikram edilen tatlıdan getirip bana ikram etti. Hizmetçi o tatlıyı bana verirken Murad Efendi hazretleri hizmetçiye; "Yok yok! Git bizim macundan getir." buyurdu. Hizmetçi derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben de alıp yedim. Şeyh Murad Efendi bana bakıp tebessüm ederek; "Bir kaşık daha yiyin, arzu ettiğiniz macundandır." dedi. Ben hayret içinde, mahcub oldum. Sonra sohbet ve nasihat ederek buyurdu ki: "Siz hazret-i Ebu Bekr"in torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. Malumunuz, keşf ve keramet derecesine yükselmek ve harika göstermek sizden umulur, buna siz layıksınız. Biz sizlere göre yabancı sayılırız. Hal böyleyken sizin kalkıp bunları bizden beklemeniz layık mıdır? Bu garib bir iş değil midir?" Murad-ı Münzevi hazretleri şöyle anlatmışlardır: "Bir defasında İstanbul"a gitmiştim. Kalmaya niyetim yoktu. Hemen yola çıkacaktım. Lakin Ramazan-ı şerif girdi arkasından da kış başladı. O kış İstanbul"da kaldım. Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu fakire, adam gönderip dua isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethüdası geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin AhmedAğa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince; "Acaba bu vakitte bize dua etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?" diye vezir beni gönderdi. Selam söyledi." dedi.Ben de dedim ki: "Biz Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki, mübarek vakitlerde ve namazlardan sonra selatin-i İslama ve ümeray-ı İslamiyyeye dua etmemiz lazımdır. Fakat mahalli icabet oldunuz dedim. "Mahalli icabet" ne demektir dedi. Dedim ki daha önceden bir mazlumun bedduasını almışsınız. Mazlumun bedduası hakkında Resulullah efendimiz; Allahü Teala mazlumun duası için; "Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim." buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harab olmuştur, deyip halini itiraf etti." Murad-ı Münzevi dergahını yaptıran Şeyhülislam Minkarizade Yahya Efendinin damadı Çankırılı Mustafa Efendi idi. Burası medrese olmak üzere bina edildi. Vakfeden zatın oğlu da Ebü"l-Hayr AhmedEfendi olup, 1731 (H.1144) senesinde şeyhülislam oldu. 1741 senesinde vefat edince, dergah ta pederi yanına defnolundu. SultanMahmud Hanın şeyhülislamlarından olan Ebü"l-Hayr Ahmed Efendi, Murad-ı Münzevi vefat ettiğinde, onu medresenin dershanesine defnettirdi. Medreseyi de dergaha tebdil ettirdi. Sonraları Murad-ı Münzevi"nin mübarek türbesi yıkılmak üzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tamir edildi. Murad-ı Münzevi"nin kabrini ziyaret edenler, orada ruhani bir zevk ve lezzet duyarlar. Celveti büyüklerinden İsmail HakkıBursevi hazretleri, Ahidname"sinde; "İlahi aşk sahiplerine, Murad-ı Münzevi"nin kabrini ziyaret etmek lazımdır. Bereketi görülen makamlardandır." buyurmuştur. Murad-ı Münzevi hazretleri buyurdu ki:Vakti ganimet bilmek lazımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin afetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler hevada toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin afetlerinden biri de lehv ve la"b yani boş faydasız iştir. Lehv ve la"b öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la"b olan işlerle meşgul olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la"bdır. Biri de abes, lüzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgul olmak, kişiyi lehv ve la"ba sürükler. İlim iki kısımdır; biri itikada, biri de amele ait ilimdir. İtikad ile ilgili olanı, Allahü Tealayı sıfat-ı subutiyye ve sıfat-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller üç çeşittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şöyle bir misalle anlatılır: Bir kimse çarşıdan ekmek almak istese bütün kuvvetleri ve hassaları ile bu işe teşebbüs eder. Ayağı ile yürür, gözü ile görür, kulağı ile işitir, aklı ile bilir. Hasılı bütün azaları ve hassaları ile hareket eder. Bunun neticesi yemektir. Yemek ise tabii bir iştir. Yemekte hayvanlar ile müştereklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve içmek için bu kadar önem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yönelişle bütün gücü ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dünyada, insana bitmeyen bir vakit (ömür) verilmemiştir. İnsan için bir ecel (belli bir ömür) vardır. Bu ecel (ömür) de herkese nasib değildir. Zira büluğ çağına kadar olan zamanı saymadılar. Bir kimse büluğ çağına erse, mazi geçmiştir. Artık ona hiçbir suretle ulaşılamaz. İstikbalin ise geleceği malum değildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat"i olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir. Allahü Teala insanı kalp ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemale ermesi, Peygamber efendimizde son bulmuştur. Ümmetine ise bu kemalattan O"na tabi oldukları kadar ulaşmıştır. Resulullah vasıta olmadan kemalat gelmez. Allahü Tealanın adeti böyledir. Eshab-ı kiram bu kemalatı Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemden almıştır. Tabiin ise onlar vasıtasıyla almışlardır. Bazıları da daha çok vasıta ile almışlardır. O halde herkesin zahiri ve batıni kemalatı ancak Resulullah aleyhisselam vasıtasıyladır. Bütün bu olgunluklara kavuşmanın yolu, Allahü Tealaya muhabbettir. Bu muhabbetin ele geçmesi ise Resulüne tabi olmakladır. Nitekim Allahü Teala Kur"an-ı kerimde mealen; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü Tealayı seviyorsanız ve Allahü Tealanın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tabi olunuz. Allahü Teala, bana tabi olanları sever." buyuruyor. (Al-i İmran suresi: 31) O halde bu kemalata, olgunluklara kavuşmanın Resulullah"a tabi olmaktan başka yolu yoktur. İttiba da iki kısımdır. Biri zahiren, diğeri batınen tabi olmaktır. Zahiren tabi olmak alimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Alimler Resulullah"ın emirlerini, sözlerini ve işlerini noksansız ve ilavesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir. Bunlar fıkıh ilmi, hadis ilmi ve tefsir ilminde bildirilmiştir. Batınen tabi olmak ise Resulullah"ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlakta tabi olmaktır. Bunların bir kısmını ulema beyan etmişlerdir. Lakin tamamını beyan etmeye kelimeler ve ibareler kafi değildir. Ancak batınen mana anlatılabilir. Bu işle de meşayıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir." "Muhabbet kesbi değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbidir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar." "Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen talibe üç şey lazımdır; taleb, çalışmak, ilim." "Kul ile Rabbi arasında olan muamele, henüz sütten yeni kesilmiş masum bir çocuk ile annesi arasında olan muamele gibi olmalıdır. Masum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur." "Allahü Teala insanın yüreğine ruh alemin den bir gönül yani kalb yerleştirmiştir. Bu gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi hususiyetleri vardır. Mesela bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O"nu sevmek, rızasına kavuşmayı arzu etmek, Allahü Tealanın rızasına kavuşmanın yolu olan Resulullah"a her bakımdan tabi olmak, O"ndan başka her şeyden alakayı kesmek, bu geçici dünyada kalb huzuru içinde vakti Allahü Tealaya ibadetle geçirmek ve Allahü Tealanın rızasına muvafık şekilde konuşmak layıktır. Böyle bir gönüle sahip olmayan bir kimse, insan suretinde bir mahluktur. Böyle bir seadetten mahrum olan kimse, kat"i olarak hastadır. Bunun ilacı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü Tealaya yalvarmak, kabulünü, tevfikini ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü Tealanın ve kulların haklarını ödemek, hak sahiplerini razı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sahip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat"i karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azimetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid"at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her halinde Resul-i ekreme ve O"nun Eshab-ı kiramına tabi olmalıdır." Murad-ı Münzevi"nin eserlerinden bazıları şunlardır: 1) El-Müfredat-il- Kur"aniyyeTefsiri: Çok kıymetli olup, tefsirler; Arabi, Farisi ve Türkçe bir aradadır. 2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Süluki vel-Edeb, 3) Risale fit- Tasavvuf, 4) Mektubat veMelfuzat, yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinde vardır. -Türbeye erken vakitlerde gidilmeli. Mesai bitimi ile beraber türbe ziyaretçilere kapanmaktadır. -Türbesi, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarından Ahmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. -Türbesi yıkılmak üzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tâmir edilmiş. -Eyüp Sultan ziyaret edildikten sonra mutlaka Murâd-ı Münzevî’nin türbesi ziyaret edilmeli. -Murâd-ı Münzevî dört defa hacca gitmiştir. Murad-ı Münzevî Hz., 1644 yılında Buhara'da doğar. Babası Semerkand nakibüleşrafıtır. Yani seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenen makamdadır. Üç yaşındayken geçirdiği felç sonucu kötürüm kalan Hazret, buna rağmen neredeyse dünyayı dolaşır. Tahsil yaşı geldiğinden Keşmir'e gider. Burada din ve fen ilimlerini öğrenir. Daha sonra Hindistan'a geçer ve İmam-ı Rabbanî'nin oğlu Muhammed Masum Farukî Hazretleri'ne talebe olur. Bağdat, İsfehan, Buhara, Belh ve Semerkand'ı ziyaret eder. Kötürüm olmasına rağmen üç kere de kutsal topraklara giderek Hacc farizasını yerine getirir. II. Mustafa, kendisine Şam'da bir köy verir. Bir müddet burada kalan Murad Münzevî, 1681 yılında 30 yaşındayken İstanbul'a teşrifte bulunur ve Eyüp Sultan civarında ikamet eder. Bu arada dördüncü kez Hicaz'a giden Hazret, Mekke'de bir süre talebe yetiştirir. 1708'de ikinci kez İstanbul'a gelir. Kısa bir müddet Bursa'ya gider. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri onun için, "İlahî aşk sahiplerine Murad-ı Münzevî'nin kabrini ziyaret etmek lazımdır. Bereketi görülen makamlardandır." ifadesini kullanır. El-Müfredatü'l-Kur'aniye adlı tefsirinin dışında başka eserleri de mevcuttur. Yazma eserleri bugün Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunuyor. 1719 senesinde vefat eden Murad-ı Münzevî Hazretleri, 75 senelik hayatına, engelli olmasına rağmen çok şey sığdırır. Eyüp ilçesinin Nişanca semtine gelindiğinde Kanal 7 binası görülecek. Burayı yaklaşık 100 metre geçtikten sonra sağ tarafta yer alan tabelalar şu an restore edilmekte olan Murad-ı Münzevî Hazretleri'nin türbesini işaret ediyor. Çok defâ Osmanlı ordusu sefere çıkmak üzere iken Vezir Kethüdâsı, Murâd-ı Münzevî'ye gönderilir, duâ ve istimdâd istenirdi. Celvetî tarîkatı büyüklerinden İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, Ahidnâme'sinde, Murâd-ı Münzevî Hazretleri için şöyle buyurmuştur: "İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzevî'nin kabrini ziyâret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır." SÖZLERİ * Abesle meşgul olmak insanı oyun ve eğlenceye sürükler. Bazı lüzumsuz şeyler insanın abes işlere dalmasına sebep olur. * Vakti ganimet bilmek lâzımdır. Bu dünyada, insana bitmeyen bir ömür verilmemiştir. İnsan için belli bir ömür vardır. Bu ömür de herkese nasip olmaz. Yarına kavuşacağımızı kim katî olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. * Muhabbet kesbi değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar. * Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç şey lâzımdır; talep, çalışmak, ilim. * Kul ile Rabb’i arasında olan muâmele, henüz sütten yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır. Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur. * Bir gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. * Kalbinde Allah-u teâlânın rızasından başka bir şey bulunmaması için doğruluk ve ihlâsta kemal sahibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde daima Allah-u teâlâyı anmalı, bunda asla gevşeklik göstermemelidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

https://twitter.com/kanaryamfenerli